Teknolojinin gelişmesi ile beraber ortadan kalkan sınırlar beraberinde yoğun bir enformasyon akışını da getirmiştir. Kültür tarihine baktığımızda, resimli anlatım ile başlayan ve yazı ile devam eden süreç göz önüne alındığında görsel kültürün öneminin insanlık tarihi kadar eski olduğunu görmekteyiz. Görsel kültürün yükselişindeki temel eleman olarak nitelendirebileceğimiz teknoloji ve beraberinde getirdikleri yazılı kültürün tahtını oldukça derinden sarsmıştır desek yanlış olmaz.
Görsel imgelerle inşa edilen bu yeni kültür için görsel kültür tanımını kullanmamız pek tabii yerinde olacaktır. Kitle iletişim araçlarının da gücünü arkasına alan görsel kültür, imgeler yardımıyla arz talep dengesinde de oldukça köklü değişimlere olanak sağlamaktadır. Bu noktada postmodern dönem ve beraberinde getirdiklerini anlamız yerinde olur. Sınırları aşan yapısı ile postmodernizim bir anlamda özgürlükleri sınırsız bir şekilde insanlığa sunarken bir yandan da özgürlüklerin içerisinde inşa edilen metalar alemi de yaratmıştır. Metalar da beraberinde soyut değerleri karşımıza çıkarmaktadır.
Görsel kültürün egemenliği altındaki çağımız imgeler aracılığıyla sunulan yeni kültürel değerlerin sahnesi haline gelmiştir. Yazılı kültürün yerini bir anlamda görsel kültüre bırakması kökten olumsuz değerlendirilemez belki lakin tüketim kültürü içerisinde üretilen ve yeniden inşa edilen değerler özelinde baktığımızda, olay pek de iç açıcı görünmemektedir.
Görmek ve algılamak üzerine temellenen görsel kültür, yeni bir yapılanma ile insanlara farklı değerler sunmaktadır. Kültürel ve teknolojik değişim ve dönüşümlerin paralel ilerlediği varsayımına dayanarak geçmişten günümüze her çağ kendi terminolojisinde insan profillerini yaratmaktadır. Okumaktan çok bakmaya dayanan yeni dünya ya da yeni kültür sisteminde, bireyler yoğunlukla görsel bombardımanına tutulmakta ve tüketimine hazır hale getirilmektedir.
Kültür ve kültürel değerler ışığında değişen insan ve ihtiyaçları insanların yaşam pratiklerini ve olaylara bakış açısını değiştirmektedir. Bu da bize yeni araştırma alanları sunmaktadır bu noktada sosyoloji bilimi ve görsel kültür arasında sıkı bir ilişki vardır.
Sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yapılanmayı temelinden değişime uğratan görselliğin hakim olduğu çağımızda; yaşam biçimlerini, değer yargılarını, toplumsal yapılanmaları ve buna benze bir çok olguyu araştırmak da farklılaşmaktadır.
...İnsanlık tarihi boyunca toplumsal hayatı ve içindeki dinamikleri algılamamız kültürel ortamların örüntülerini de beraberinde taşımaktadır. Toplumsal yapıdaki mikro düzeydeki hareketlenmeler kültürel yapıda köklü değişimlere sebep olabilmektedir. Ve bununla beraber değişen dünya kültürel ortamlarda da türlü çeşitli farklılaşmalarla kendini göstermiştir diyebiliriz. Bu noktada kültürel değerlerin değişime uğraması kaçınılmazdır. Hatta değişimden ziyade dönüşüm ve belki de yok olmaktadır desek iddialı bir tavır sergilemiş olmayız.
Pek tabii değişimden bahsettiğimizde beraberinde insan üretiminden de bahsetmeliyiz. Hepimizin bildiği ve belki de tüm eğitim hayatımız boyunca kafamıza kazınan bir cümle vardır: “ Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş ile birlikte” üretim ve tüketim dinamiklerinin değişimi. Toplumsal hayatın değişimi fazla ürünün satılması ile yeni ürünlerin oldukça hızlı bir şekilde toplumsal hayata hakim olması ile el ele ilerlemiştir. Fazla ürünün tezgahlardan evlere girene kadar geçirdiği süreç bir bakıma kültürel değerlerin tezgahlardan evlere girmesinin bir ürünüdür.
Çağımızda ise tarım toplumu, sanayi toplumu ayrımı bir kenara dursun, toplumsal yapının salt bir şekilde ürünler, farklı bir ifadeyle metalar üzerinden işlediğini görmekteyiz ve bu durumda kaçınılmaz olarak görselliğin kültürel yapının vazgeçilmez bir parçası olması ile birlikte tüm hakimiyeti eline almasını da kaçınılmaz bir şekilde sağlamıştır. Görselliğin hakim olduğu çağımızda artık tezgahlardan evlerimize ürünlerden değil ekranlardan evlerimize giren görsellerin hakimiyeti söz konusudur.
Görselliğin artışının art alanına baktığımızda ise teknolojik gelişmelerin ayak izlerini görmekteyiz. Yine hepimizin bildiği, görsel kültür dediğimizde aklımıza hemen mağara resimleri gelir… Mağara resimlerinden gümünüze geçiş yaptığımızda ise insanlık gelişimi teknoloji ile paralel ilerlemiştir. Bu da bizi görsel metaların hakimiyeti altına almıştır. Gereksinimler ya da ihtiyaçlar görseller aracılığı ile giderilmektedir.
Kitle iletişim araçlarındaki ivme ile teknolojik ivmenin sonucu olarak insanlığın tüm gereksinimleri görsel kültür ile inşa edilmiştir dememiz yerinde olacaktır. Mağara resimlerinden kil tabletlere uzanan insanlık tarihinin kısa geçmişi postmodern çağ ile birlikte yerini görsel imgelerin yaratmış olduğu bir evrene bırakmıştır. Etrafımızı kuşatan görsel kültür yazılı kültür kavramını neredeyse ortadan kaldırmıştır.
İnsan, erken doğan bir canlı olarak her bakımdan yetersiz bir varlıktır. Bu nedenle biyolojik, fiziksel, psikolojik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için diğer insanlarla bir arada yaşamaktadır. İnsanın sosyal bir varlık olması, bir tercih değil zorunluluktur.
İnsan önce aile sonra akraba, mahalle ve giderek daha da büyüyen sosyal gruplar içinde yer alır. Toplumun hiyerarşik yapılanması toplumsal tabakalaşmaya neden olmaktadır. Meslekler, toplumun ihtiyaç duyduğu ürün ve hizmetleri üreterek yardımlaşmayı ve işbirliğini sağlamaktadır. Her insanın bilgi, beceri ve yetenekleri birbirinden farklı olduğu için mesleki tercihleri de bu çerçevede şekillenmelidir. Mesleki uğraşlar, insana yeni alışkanlıklar, yeni bir sosyal çevre ve yeni bir yaşam tarzı kazandırdığı için insan hayatında ki en belirleyici unsur olarak kabul edilir.
Farabi’ye göre toplumdaki insanlar anlama ve kavrama güçlerine göre ikiye ayrılır. Seçkinler ve halk. Seçkinler; eğitimli, bilgili, çalışmak zorunda olmayan, sanata, bilime ve felsefeye zaman ayırabilen kişiler olup toplumun geneline yönelik sorunları düşünerek çözüm üretmeye çalışan kişilerdir. Halk ise basit bir hayat yaşayan, gündelik sorunlarına çözüm bulmaya çalışan, geçim derdi ile dertlenen insanlardır. Yöneticilere göre halktan insanların çalışacağı işinin olması, kurallara uyması, ahlaklı ve erdemli davranışlar sergilemesi yeterli görülmektedir. Siyasi yöneticiler filozof gibi bilgili ve peygamber gibi ahlaki özellikler taşıyan zeki, sağlıklı ve güçlü kişilerdir. Yöneticiler, halkın uyması gereken kuralları belirler, denetimi sağlar, toplumdaki uyum, düzen ve adaletin etkin bir şekilde uygulanmasını sağlarlar.
Farabi’nin bahsettiği Erdemli toplumda yaşayan birey mutlu olmalıdır çünkü insanın hayattaki en önemli amacı mutluluktur. Kimine göre Allah’ı bilmek, tanımak ve ona ulaşmak en büyük mutluluk iken kimine göre servet, makam, güç, onur ve şeref en büyük mutluluktur. Gerçek mutluluk ve sahte mutluluk olarak adlandırılan bu ayrımda gerçek mutluluğa ulaşmak için iyilik yapmak gerekmektedir. Dışarıdan baskı, tehdit, tavsiye ile yaptırılan davranışlar iyilik değildir. Akıl sahibi ve bilgili olan özgür birey, iyi ve kötü arasındaki ayrımı yapabilecek donanıma sahiptir. Bu bilgiye dayanarak aklını kullanıp iyi olan davranışı seçer ve gönüllü olarak sırf iyilik yapmak için iyilik yapar ve sonunda gerçek mutluluğa ulaşır.
İnsanları gerçek mutluluğa ulaştıracak olan iyi ve ahlaklı davranışlar konusunda eğitmek gerekir. Eğitime başlamadan önce insanların doğuştan getirdikleri mizaçlarının özelliklerini belirlemek önemlidir. Olumsuz mizaç özelliklerini tamamen yok etmek mümkün olmadığı için duygularını kontrol etmeyi öğretmek ve olumlu yönde değiştirmeye çalışmak gerekebilir. Ayrıca toplum içinde birlikte huzurlu ve barış içinde yaşayabilmemize yardımcı olacak sevgi, saygı, hoşgörü, merhamet ve yardımseverlik gibi ahlaki değerler de öğretilmelidir. Ahlak bir arada yaşayan insanların olumlu ve sürekli ilişki kurabilmeleri için gerekli olan kurallardır. Yalnız yaşayan insanın ahlaka ve erdemlere ihtiyacı yoktur. Ancak sosyal hayat içinde ahlak kurallarına uygun davranılmalıdır. Bu durumda karşıdan alınan olumlu tepkiler bile kişinin kendini iyi, huzurlu ve mutlu hissetmesine de sebep olmaktadır.
Farabi’nin Erdemli Şehrinde siyasilerin yönetimi, toplumun düzeni, bireylerin ahlaki davranışları ve mutluluğu belli formüllere dayanarak açıklanmıştır. Bu şehir modeli bir ütopyadır çünkü gerçek hayatta birebir uygulanmamıştır. Bugünün dünyasında var olan toplumlarda yoksulluk, işsizlik, suç ve şiddet olayları, adaletsizlikler ve ahlaksız davranışlar çok fazladır.
Erdemli şehir de yoksulluk ve işsizlikten bahsedilmemiştir. Orada herkes yeteneğine göre bir meslek icra etmektedir. Bizim toplumumuzda ise işsizlik çok fazladır. İş yani meslek bir insanın temel ihtiyaçları olan beslenme, barınma ve giyinme için gerekli olan parayı kazandığı bir uğraştır. Eğer insanların işi yoksa parası da yok demektir, o halde temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanacaklardır. Maslov’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde alttan yukarıya doğru, ihtiyaçlar karşılandıkça üst basamağa çıkılır. Fizyolojik ihtiyaçlar, güvenlik, iş, sağlık, eğitim, mülkiyet gibi ihtiyaçlar devlet tarafından güvence altına alınmalıdır ki bireyler sevgi, saygı, ahlak, aile, arkadaşlık gibi sosyal ve psikolojik ihtiyaç basamaklarına çıkabilsinler.
Devletin ekonomi sisteminin bozulması, rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık, gasp gibi suçların artmasına sebep olurken yavaş yavaş adalet, eğitim ve aile gibi toplumun diğer kurumlarında da ahlaki bozulmaya neden olur. Böyle toplumlarda mutluluk tamamen konfor, zenginlik, keyif ve haz veren her şeye sahip olmak olarak yorumlanmaktadır. Kitle iletişim araçları ve sosyal medya popüler olan kişilerin yaşadığı lüks hayatları özendirirken, zenginlik, güzellik, makam, güç gibi özellikleri de teşvik etmektedir. Pek çok insan için bu hedeflere ulaşmayı sağlayan basamaklarda yapılması gerekenlerin, ahlaki anlamda iyi ya da kötü olması önemli olmayan bir konu haline gelmiştir.
Toplumda mutluluğun tekrar maneviyat ve ahlaki anlamda iyi olan davranışlar ile elde edileceğine yönelik algının oluşması için insanların hem gerçek fakirlikten hem de ruh fakirliğinden kurtulması gerekir. Ülkenin refah seviyesinin yükselmesi, demokratik yönetim ve kaliteli eğitim ile toplum yavaş yavaş ahlaklı hale gelecektir. Toplum yapısının değişmesi ile bireyin mutluluk tanımı ve beklentisi de değişecektir. Toplumun kültürü, yaşam biçimi, dini inançları ve refah seviyesi bireylerin hayata bakışını ve algısını belirleyen en önemli faktörlerdir. Birey yalnız iken mutlu olamaz. Mutluluk diğer insanlar ile birlikte iken anlamlı hale gelir ve tamamlanır.
...
Sonbahar, adı üstünde yıl içerisindeki son bahar mevsimi... Sonbahar mevsim olarak anılır ama bana göre asla bir mevsim deyip geçilemeyecek kadar güzeldir. Sonbahar mevsimi eylül ayıyla başlar, ekim, kasım olarak devam eder ve aralık ayında da sona erer. Sonbahar mevsiminin başlangıcı ve bir yıl içerisinde en güzel aydır bence eylül. Sonbahar mevsiminin başlangıcı olduğu için mi yoksa çoğu şeyin başlangıcı olduğu için mi bilmiyorum ama eylül başkadır bana göre . İsmi bile huzur verir bana, hem eylülün hem de sonbaharın. Sonbahar bence mevsimlerin şahıdır, kralıdır, feriştahıdır. Sonbahar mevsimi, bir yerden bakınca bir bitişi, bir yerden bakınca da bir başlangıcı anlatır. Çok anlam yüklü bir mevsimdir. Yaprakların sararıp, kuruyup dallardan dökülmesi bir bitişi anlatır ve aynı zamanda her bitiş de bir başlangıca gebedir.
Bir şairimizin çok sevdiğim bir sözü var; "Sonbahar sanattır, diğerleri mevsim." der. Sahiden de öyle değil midir? Sarı, turuncu, kırmızı, kahverengi yaprakların yol boyu dökülmesi muhteşem bir görüntü oluşturmuyor mu? Bu renk cümbüşü, kahve tonlarının ahenkle dans edişi başka hangi mevsim de var ki? Sonbahar denince zaten akıllara hemen kahverengi ve tonları gelir. Bütünleşmiş gibi değiller mi? Ayrıca sonbaharın o kasvetli ve yağmurlu havası başka bir derinliği anlatıyor. İçine kapanık, duygusal, karamsar ve ha yağdı ha yağacak bir insanın hüznü gibi değil mi? Çoğu insanın da iç dünyasında havası hep kasvetli, sertçe esen bir rüzgar kurumaya yüz tutmuş dallarını hiç düşünmeden, hoyratça alıp kırıyor, yapraklarını acımasızca savuruyor. Ben sonbaharı bu yüzden hep insana benzetirim. Şairlerimiz de böyle anlamlar yüklemiş olacaklar ki, üzerine çok fazla şiir yazmışlardır sonbaharın. Şiire, edebiyata, aşka konu olmuştur bol bol. "Kasımda aşk başkadır." sözünü duymuşsunuzdur. Neden başkadır kasım ayında aşk peki? Yağmurda sevgili ile yürüyebilmek için, yol boyu dökülen yapraklara sevgiliyi manzara yapabilmek için, insan ruhunu sıkan o soluk havayı sevgilinin gülüşü ile aydınlatabilmek için... Daha birçok şey için hem kasımda, hem eylülde hem de ekimde aşk başkadır. Yani sonbaharda aşk başkadır ve zaten sonbahar aşktır.
...Genellikle fotoğraflarda gördüğümüz, Türkiye sınırları içerisinde olduğuna bile bazen inanamadığımız, o kocaman helyum balonlarıyla meşhur olan o muhteşem yer… Belki çoğu kişinin bu ismiyle bilmediği Güzel Atlar diyarı olarak adlandırdığımız yer aslında Kapadokya bölgesidir. Bu Kapadokya bölgesi, İç Anadolu Bölgesinde yer alan, birçok şehri kapsayan bir bölgedir. Ben dahil belki çoğu kişinin de sadece Nevşehir'den ibaret sandığı bölge olan Kapadokya'nın, merkezi Nevşehir'dir. Bu sebepledir belki de çoğumuzun yanlış bilmesi. Kapadokya Bölgesi; Nevşehir, Kayseri, Kırşehir, Niğde ve Aksaray ilinin de bazı kısımlarını içine alan oldukça büyük bir bölgedir. Kapadokya'yı ünlendiren asıl oluşum ise peri bacaları'dır. Peri bacaları oluşumunda birçok faktörün etkili olduğu güzide bir doğal yapıdır. Her yıl gerek ülkemizden gerekse başka ülkelerden binlerce kişi tarafından ziyaret edilmektedir. Peri bacalarının oluşumunda birden fazla unsurun etkili olduğu bilinir. Bundan çok uzun yıllar önce yanardağların püskürmesi sonucu, çıkan lavların bir tüf tabakası olarak birikmesi sonucu oluşmuş tepelerin bazı kısımları, lavlar içindeki birçok materyalden dolayı sert, bazı kısımları ise yumuşak kalmıştır. Bu tepeciklerin yumuşak kısımları kolay bir şekilde aşınmış, sert kısımları da öylece kalmıştır. Bu birikintiler zamanla Kızılırmak'ın etkisiyle, sellerin ve rüzgarların etkisiyle aşınmaya uğramıştır. Bu aşınmanın ardından ise şapka şeklinde yapılar meydana gelmiş, bu şapka kısımlarının kalması sert materyallerin kaynaklanmıştır.
Türkiye'nin güzide doğal yapıları arasında yer alan Peri bacalarının bulunduğu bu bölgeye güzel atlar diyarı denmesinin sebebi ise bu bölgenin atları ile meşhur olması elbette. Buradaki atların çok güzel ve oldukça da vahşi atlar olduğu söylenir ancak düğün fotoğrafları, kişisel çekimler için giden herkesin rahatlıkla o atlarla fotoğraf çektirmesi bu konuda biraz çelişiyor. Buradaki atlara genellikle yılkı atı da deniliyor. Bu atların hepsinin bir sahibi var. Atlar sürü halinde ve hepsi bir kişiye ait atlar. Kapadokya bölgesi atları ve doğal oluşumlarının yanında balonları ile de çok meşhur. Helyum dolu kocaman balonların gün batımı ve gün doğumu gerçeküstü bir görünüme sahip olduğu yadırganamaz bir gerçek.
...İnsanın hayatında şüphesiz en güzel zamanlar hep çocukluk yıllarıdır. Ne kadar olumsuz olaylar yalanmış olsa bile çocukluk insanı insan yapan şeydir bana göre. Çocukluk dediğimiz dönem zaten başlı başına, en ufak şeye mutlu olmak, düşüp yaralandığımızda acıyan yanlarımızı iki dakika sonra unutmak değil midir? Ya da eskinin çocukluğu mu öyleydi bunu tam olarak bilemiyorum. Çocukken kısıtlı imkanlar dahilinde oynadığımız oyuncaksız oyunlar vardı. Akşam ezanlarına kadar hatta daha çok hava kararınca oynadığımız saklambaçlar, çamurdan yaptığımız tencere, tabaklar, dört tane odunu kare oluşturacak şekilde toprağa çakarak ve üstünü bir şeyle kapatarak kurduğumuz evler, poşetlere ip bağlayarak yaptığımız uçurtmalar, kış gelince altımıza alıp kaydığımız leğenler… Daha sayamayacağım nice güzellikler… 90'lar dönemi çocukluğu sahiden çok güzel değil miydi? İmkanlar yoktu ama içimizde heyecan vardı, her şey saf ve tertemizdi. O dönem çocukları sahiden çok mutluydu., yani biz çok mutluyduk. Çamurla oynayıp üzerimizi kirlettiğimizde annelerimizin kızacağını bilirdik ama yine de oynardık. Annelerimiz kızınca da kıskıs gülerdik. Annemiz eve bizi öyle almazdı. Sobanın yanına bir leğen koyup orada yıkadı, aklardı, paklardı. Ama ertesi gün gider yine aynı şeyi yapardık. Canımız aburcubur istemezdi bizim. Aburcubur dediğimiz şey patlamış mısır, kare bisküvi ya da soba üzerinde pişirilmiş nohuttu o zamanlar.
Onların verdiği tadı şimdiki aburcuburların feriştahı bile gelse veremez. Şimdiki çocuklara bakıyorum da yüzlerce oyuncağı var, canları bir şeyler yemek istediğinde tüm market önlerinde ve asla mutlu olmuyorlar. Bizim çamurdan yaptığımız tencere ve tabaklar artık plastikten, yediğimiz nohutun, patlamış mısırın pabucu dama atılmış. Her şey plastik olmuş, her şey yapay olmuş. Bu yüzden mi mutlu değiller acaba? Ellerinin altında her türlü imkan olup da mutlu olmamalarının başka bir açıklaması var mı ki? Belki de asıl cevap sorudadır. Ellerinin altında her şeyin olması… Her türlü imkan elinin altında olunca hiçbir şeyin kıymeti kalmıyor tabii. Bu yüzden de mutlu olmuyor çocuklar. Toprağın stresi azaltan bir özelliği de var bilen bilir. Şimdi ki çocuklar toprağa basmıyor, toprakla oynamıyor, topraktan çamur yapıp, kendileri oyuncak inşaa etmiyor. Bütün mutsuzlukları sebebi bu…
Çocuklara eskinin güzelliklerini unutturmamak gerek.
...Kitap okumak insanların hayatlarını çoğu alanda etkileyecek bir eylemdir. İlkokuldan başlayarak okul öğrencilik hayatı boyunca bilhassa öğretmenlerimizden sıkça duyduğumuz bu “kitap okuyun” çağrısı öğrencilik dönemlerinde kimseye ne yazık ki işlemez. Aksine okuyasım varsa o öğrencinin sırf zorlanıyor diye bile okumaktan uzaklaşabiliyor. Bu konuda hem öğretmenlerin hem de ebeveynlerin daha farklı bir yol izlemesi kanısındayım. Kitabı okutmak için zorlamak, sadece kitabın okunmasına sebep olur. İçinden kendisine alması gerekenleri maalesef alamaz okur. O yüzdendir ki kitaplar için merak uyandıracak yöntemler bulunmalıdır. Çünkü bir nesli kitaptan uzaklaştırmak demek belki eğitimin, öğretimin, düşüncenin yıllarca geriye gitmesi demek olabilir. Kitap taze beyinleri daha da çalışır hale getirir. En basit örnek olarak kitap okuyan kişi hızlı okuma yapar, hızlı düşünür, hızlı konuşur. Sadece hızlı konuşmak marifet değildir elbette, konuşurken kelime sıkıntısı çekmez. Kitap okumak insanın dimağını genişletir, kelime haznesini büyütür.
Örneğin kitap okuyan bir insan kendini hemen belli eder konuşmaları ile. Oldukça seçici kelimelerle ve akıcı konuşur. Bunu anlamak çok zor değildir. Kendini kolayca ifade edebilir kitap okuyan insan. “ııı, şey, aynen” gibi kelimeleri kullanmaktan kaçınır hatta daha doğrusu bu kelimeleri zaten istese de kullanamaz. Kendini tekrar etmez. Kitap okuyan insanlarda farklı bir olgunluk ve sakinlik mevcuttur. Kavga etmekten hoşlanmazlar. Onların kavgaları sadece cehaletle ve cahille olur ki o da sadece yine kelimeler vasıtasıyla. Çok sevdiğim edebiyatçı, sosyolog Cemil Meriç “Kitap okumak zekayı kibarlaştırır.” der. Sahiden de öyle değil midir? Kitap okuyan insanın düşünceleri de incedir, kibardır.
Çocuklarımızın zekalarının kibarlaşması için bol bol kitap okutalım ama da yatarak değil, sevdirerek ilgilerini uyandıracak ve hatta örnek olarak.
...Milli içeceklerimizden biri olan çay; biz Türkler için olmazsa olmaz şüphesiz. En derin sohbetlerin, temizlik sonrası yorgunluğun, sabah kahvaltılarının, yemeği abartmış olan midelerin ilk tercihi her zaman çaydır. Heyecan ve sinir zamanında ya da sıcak havalarda harareti alması, mide rahatsızlığında mideyi rahatlatması ile de meşhurdur çay. Tadı, rengi, mütevazı evlere sıcaklık katan çay kaşığı şıkırtısı… Çayı bizim nezdimizde önemli kılan etkenlerden sadece bazıları bunlar. Çok sevdiğim bir zat olan Hayati İnanç; “Asr-ı Saadette çay olsaydı, içmek herhalde sünnet olurdu.” der ve bu söz bence çaya olan düşkünlüğümüzü ziyadesiyle gösteriyor. Canımız sıkıldığında komşumuzu ya da arkadaşımızı arayıp “çay koy geliyorum” deriz bir çırpıda. O çay olmazsa gidilmez, sohbet, muhabbet olmaz gibi sanki. Çok efkarlanınca doldurur doldurur çay içeriz, kendimizi çaya vururuz.
Milletçe çaya olan sevdamız bu kadar aşikar iken çay, gelişen teknoloji ile kullanılan sosyal medya platformlarında fotoğraflama işlemine dahil olmuştur. Özellikle son dönemlerde gençlerin kitap, çay fotoğraflarını sosyal medya platformlarında sıkça görür olduk. Bazı kitap kafelerin de bu durumdan yararlanıp, mutlaka çay servisine yer vermesi bu sebeple. “Çayın edebiyatını yapa yapa 3 lira ettiniz çayı” gibi komik bir söylem vardır ortalıkta. Çayın edebiyatını ilk kim yapmış, neden yapmış bilinmez ama bence çok da güzel olmuş, çok da yakışmış.
Çayı benzettiğimiz bazı şeyler de var; İnce belli bardağın o ince beli, tıpkı sevgilinin beline benzetilir, rengi tavşanın kanına. Aslında şöyle bakınca çok fazla zenginlik katmış sanki edebiyatımıza. Nice şairler şiirlerine ortak etmiş bir bardak çayı. “İki çay söylemiştik orda, biri açık/ Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.” diyen Cemal Süreya, aynı zamanda "Açık çay içerdi hep. Demli olunca bardağın diğer tarafından beni göremezmiş. Öyle derdi." de demiştir. Çay ve sevgili, şiirlerde tıpkı fotoğraflardaki çay ve kitap ikilisi gibi ayrılmaz olarak anılıyor. Bunun yanı sıra İstanbul'da tam Kız Kulesi karşısında sevgili ile bir bardak çaya eşlik eden simitin tadını ise hiçbir şiir ve fotoğraf anlatamaz bana göre.
...Eskiler deyince hepimizin gözünde çok sıcak ve samimi fotoğraf kareleri canlanır her zaman. Teknolojinin yaygınlaşmadığı, belki evlerde televizyon bile olmayan zamanlar… O zamanları hatırlayınca insanın kocaman bir ahh çekmesi gelmiyor mu? O zamanların içerisinde yaşarken kıymetini belki bilmediğimiz için kendimize kızmıyor muyuz? Örneğin soğuk bir kış gecesini hatırlayın. Dışarıda kar diz boyu hatta insan boyu. Okuldan zor zahmet gelmişsiniz, burnunuz, yanaklarınız, elleriniz kıpkırmızı olmuş soğuktan. Eve giriyorsunuz ortada soba çıtır çıtır yanıyor. Sobanın sesi dış kapıdan duyuluyor. İçeri girip ellerinizi hemen sobada ısıtıyor, kardan ıslanan montunuzu sobanın yanında bir yere seriyorsunuz, kurusun diye. Orada sobanın sıcağı vururken vururken uyuyup kalıyorsunuz yanında.
Akşam babanız eve geliyor, o sobada pişen mis gibi anne yemekleri yiyorsunuz yine sobanın etrafına kurulmuş bir yer sofrasında. Yemekten sonra sobanın üzerinde tıkır tıkır kaynayan çayın yanına eşlik etsin diye kestane pişiriyorsunuz. O kestanelerin kabuklarını da sobada yakıyorsunuz. O ses ve koku… Ailenizle oturup o soba etrafında ettiğiniz sohbetler… Sobalı ev olduğu için bütün aile fertlerinin aynı odada, koltuğun yetmediği yerde yere yapılan yer yataklara doluşup yatması… O kadar tarifsiz o kadar tadı başka şeyde bulunmayacak anılar ki… Belki bizler o zamanlar bütün bunları fakirlik, yoksulluk olarak görüyorduk ancak asıl o zamanlar zengin olduğunuzu, doğal gazlı, son teknolojik makinelerin olduğu evlere geçince anlıyorsunuz. Doğalgaz petekleri üzerinde kestane pişiyor maalesef. Televizyon ve bilgisayar olan evlerde sohbet, muhabbet olmuyor, gece olunca herkes odasına gidip yatıyor. Her şey var ama tat yok. Sahiden eskiler mi güzeldi, yoksa eskiden mi güzeldi?
...Yabancılaşma kavramı geçmişten günümüze insanların hayatlarının tam merkezinde olan bir kavram. İnsan ve yabancılaşma kelimeleri sanki birbirinin devamı, tamamlayanı gibi… Yabancı; tanınmayan, bilinmeyen anlamına gelirken yabancılaşmak; tanınan, bilinen bir şeyi sonradan bilmemeye, tanımamaya başlamak diyebiliriz.
İnsan yabancılaşır, peki neden yabancılaşır? Bunun cevabı aslında yaşadığımız çağda, bizde, hepimizde. Yaşadığımız çağ insanları yabancılaşmaya itiyor. Yaşam sıkıntıları, ekonomik problemler, sağlık sorunları gibi daha birçok etken insanların diğer insanlara ve hatta kendilerine bile yabancılaşmasına sebep oluyor. Kapitalizmin dayatılarına kendini kaptıran, kaptırmak mecburiyetinde kalan zavallı insanoğlu, sahip olduğu bir şeyin daha iyisine sahip olmak için ya da bir arkadaşının sahip olduğu bir ürünün neden kendisinde olmadığını düşünerek sabah evden çıkıp akşam geç saatlere kadar çalışmak zorunda kalıyor.
Sürekli devinim halindeki bu döngü sebebiyle insanlar birbirlerine ve kendilerine zaman ayırıp duygusal ihtiyaçlarını karşılayamıyorlar. Duygusal ihtiyaçtan kasıt en basiti sohbet etmek diyebiliriz. Birbiriyle sohbet edemeyen insanlar artık yabancılaşmaya başlıyor. Kendini dinleyemeyen insan kendine yabancılaşıyor ve her gelen nesil bu döngüde daha duygu yoksunu oluyor ne yazık ki.
...Çağımızın vebası gelişen teknoloji ile birlikte sürekli depresif hissetmek.Her birimiz sürekli bir koşuşturma içerisinde kendimizi unutup sonunda tükenmiş bir vaziyette günümüzü sonlandırıyoruz.Anı yaşamayı bırakın,kendimize vakit ayırmayı bile unutmuş hale geldik.Oysaki bir kahve molasında kahveyi yudumlarken dahi, aldığımız her yudumun tadına vararak içmek bile anı yaşamak demek. Bulduğumuz 5 dakikayı gözlerimizi kapatarak 5 derin nefes alıp vererek ne kadar rahatlayacağımızı bilmemize rağmen,bunu yapmaya bile neden isteksiziz? Bunun sebebi hem yaşam standartlarımız,hemde teknoloji. Çünkü bulduğumuz 5 dakikayı herhangi bir sosyal mecrada geçirmeyi tercih ediyoruz. Aslında mutsuz ama kendine emojilerle mutluluk maskesi takmış milyonlarca insan ile karşı karşıya kalıyoruz. Kâh onların yaşantısına imrenip kendi enerjimizi düşürüyoruz kah enerji emen bir çok paylaşımla daha da kötü hissediyoruz. Bu yüzden durup 5 dakika düşünmemiz kendimizi yaşamamız gerekiyor.Aldığımız nefesin farkına varmamız gerekiyor. Bu şekilde kendimizi mutlu edebilecek bir çok alan yaratmamız gerekiyor. Öyle ya bir bakmışız hayat geçivermiş.Kısıtlı hayatımızı kendimize daha çok güzellik yaparak daha çok vakit ayırarak geçirebiliriz. Bir makine bile sürekli çalışmaz,bir duraklama vermesi gerekir. Sürekli çalışırsa ısınır sorun çıkarır. Bizlerde öyleyiz insan olarak es vermemiz gerek.Nefes almamız gerek. Kendinize kötülük yapmayı bırakın ve nefes alın diyorum sevgili canlar. Sağlıcakla kalın.
...Neden edebiyat? Evet bu soruya bir Tezer Özlü alıntısıyla cevap vermek doğru olur sanıyorum; "Yeryüzüne dayanabilmek için." Bu yeryüzü denilen şey acının, vicdansızlığın, nankörlüğün ve birçok kötülüğün kol gezdiği bir mecra. İnsanlar tüm bunlarla başa çıkmak için farklı yollar denemişse de pek başarılı olamamışlardır. Asırlar önce de insanlar kendilerini ifadeetmek için kelimelere ihtiyaç duymuşlardır. İşte tam bu sırada edebiyat devreye girmiştir. Edebiyatta edebî değeri olan hiçbir eser öylesine yazılmamıştır. O muharririn bir acısının, bir derdinin yansımasıdır demekyanlış olmaz. Diyor ya Sait Faik;" Yazmasam deli olacaktım." diye,delirmekten kurtuluşu içindekileri kağıda dökerek bulmuştur. Ben de diyorum ki okunmasa da deli olunur. Çünkü yazmak, okumak insanı yeryüzünün kirinden ve pasından arındırırken aynı zamanda insana kendi ütopyasına çekilmek için de imkân sunar. Yaşam tecrübelerinden de bilindiği gibi insanın insana yara olmaktan öteye gidemediği zamanlarda bir şiir belki yaramıza merhem olabiliyor. Derdimizin dermanı belki bir şiirin mısrasında saklı ya da o dert bir şiiri vücuda getirecek cevheri sunuyor bizlere. Ne kadar muhteşem değil mi bundan asırlar önce yazılmış ve hatta hangi düşünceyle yazıldığı bilinmeyen bir şiirde kendini bulmak? Deniliyor ya"Mânâ şairin kalbindedir." diye sahiden asıl mânâ şairin kalbinde fakat bizlere de kendimizce mânâ yüklememiz için bir fırsat oluyor. Peki edebiyat sadece dert ortağı mıdır, dert mi anlatır yalnızca? Asla! Edebiyat aynı anlatır yalnızca? Asla! Edebiyat aynı zamanda insanı insan yapan özellikleri (nezaket, hoş söz vs.) de barındırır. Örneğin sevgilinize onu güzel bulduğunuzu söylerken; "Sevgilim çok güzelsin." demek ile Sıtkı Baba'nın mükellef dizeleri olan
"Zülf-ü kâküllerin amber misali
Buy-u erguvandan güzelsin güzel
Kızarmış gonca gül gibi yüzlerin
Şah-ı gülistandan güzelsin güzel"
dizeleri nasıl olur da aynı mânâyı taşır? Sıtkı Baba o kadar güzel ifade ediyor ki, sevgilinin gül bahçelerinin şahından bile güzel olduğuna iknaoluveriyorsunuz. Buradan da şunu anlıyoruz ki; edebiyat güzel söz söyleme sanatı değil, söyleyeceğin sözleri güzel söyleme sanatıdır. Bu muhteşemderinlikteki edebiyat geçmişimizde Yunus Emrelerden tutun Fuzulîlere, Şeyh Galiplerden tutun da Ahmet Haşimlere, Cemal Süreyalara kadar oldukça zengin olduğumuz aşikâr . Bu değer biçilmez hazineyi bir kenara itmek haksızlıkolur zannımca. Şöyle düşünün elinizin altında sandıklar dolusu ziynet varve siz aç kalmayı tercih ediyorsunuz, tam olarak bunun gibi. Zülfü Livaneli'nin buna dair muhteşem bir tespiti var: " Edebiyat okumamış ve okumamakta ısrar eden birisine, bu tadı aşılamak ve işin önemini anlatmakçok zor. Yaşamında hiç çikolata görmemiş ve yememiş bir insana, bu lezzetli nesneyi kelimelerle nasıl anlatabilirsiniz ki..." diyor, ne de güzel söylüyor. Edebiyatın tadını almamış, Haşim'in melâlini anlamamış, Yahya Kemal'le Atik Valde'de kaybolan maneviyatını aramamış, Tevfik Fikret'le muhayyilelere dalmamış insana edebiyatı nasıl anlatabilirsiniz?
İnsan; bir ömre sığmayacak kadar çok şey yaşadığının farkında mı?Kendinizi yetersiz hissettiğiniz anların ne kadar çok olduğunu fark ettiniz mi?Bu zamanlarda kimi insan kendini suçladı;
+Amaan! Benden bi cacık olmaz.
Kimi insan boku başkasına attı;
-Arkadaşlarla daha az vakit geçirmeliyim.
Kimisi boşverdi dünyaya;
+Bir işe kapak atsam da gerisinin koy gözüne.
Kimisi dalaverelerle kısa yoldan vardı yolun sonuna;
-Abim be, benim şu işi bir halletsek ya..
Sebep aynı sonuçlar farklı. Oysa herkesin yaşamı kendine özgü. Özgünlük zannettiklerimiz birbirinin aynı. Yaşamda özgün olduğumuz yegane anlar ise doğum ve ölüm anları.
Bu iki an arasında bundan 200 yıl önce neler yaşıyordu insanlar? Biz bugün neler yaşıyoruz? 200 yıl önce bir insanın bir ömür karşılaşmadığı kadar olayla bir günde karşılaşıyoruz.
Mesela; 200 yıl önce Amasya'da, şehrin ortasından geçen nehrin yanıbaşındaki evde, orta halli, günlük yemek masraflarını anca karşılayan bir ailenin çocuğu olarak doğan birini düşünelim. Bu insan ömrü boyunca kaç tane yoksul insanla karşılaşır? Kaç insana yardım edemediği için hayıflanır? Keşke daha çok param olsaydı da yardım edebilseydim diye kaç kez düşünmek zorunda kalır?
2021 yılında aynı yerde, aynı koşullarda doğan birı twitter'da bir saat geçirdiğinde kaç kez düşünmek zorunda kalır?
200 yıl önceki abimiz hayatında kaç şeye özenir? 2021 yılındaki kardeşimiz kaç şeye özenir?
24 saat zaman insana yetmiyor. İletişi çoğaldı, ulaşım hızlandı. Yapabileceklerimizin sayısı katbekat arttı. İmkanlar çoğaldı, stresimiz arttı. Oysa imkan sahibi olmak... İmkan sahibi ve imkanlarımız.
+Zülfü abinin imkanları iyi, o yardımcı olur.
+Yetişme imkanım var ya. Hızlı trenle hop 4 saat sonra Ankara'dayım.
+Oturduğum yerden 100 kişiye konferans verme imkanı sağlıyor bu program.
+Evden çalışma imkanı verdikleri için kabul ettim bu iş teklifini.
İmkanlar arttı, arttı, arttı ve sonunda şu sloganla ölüm vuruşu yapıldı.
+impossible is nothing. (İmkansız diye bir şey yoktur).
Sloganlar kulağa hoş gelir ve toplumda en çok sloganlar karşılık bulur. Cevap verilmesi kolaydır çünkü slogan doğası gereği yüzeyseldir. Kabul edilmesi kolaydır. Çünkü akılda kalıcı ve kafa yormayan yapıdadır.
İmkansız diye bir şey yoktur. Hayır vardır ve olması gerekir. İnsan ömrü imkansızlar peşinde koşmak için çok kısa. Hele imkansızlıklarla dolu bir toplumda.
Boşvermek kolay olsa, kendimi avuturdum
Faydalar faydasız, imkanlar imkansız
Uzayan gecelerde, saatler zamansız.
Küçük Emrah'a selamlar.
...İnternet üzerinden gezinirken bir yazıya denk geldim. Burçların aşktan beklentisini analiz edip bunlarla alakalı bir kaç yorum yapmışlar. Oldukça tuhaf gelmesinin yanı sıra aynı soruyu kendime sordum. Ben aşktan ne bekliyorum? Ya da tanımını bile yapabiliyor muyum? Sahi aşk ne? Biraz düşündüm de beni baya bir düşündürdü bu soru. Hem tanımlı hem tanımsız. Hem kolay hem zor. Hem anlatabileceğim kadar kolay hem de dile getiremeyeceğim kadar zor bir durumla karşı karşıya kalmış olduğumun farkına vardım. Sonra kendimce en doğru kelimeleri birleştirdim. Aşk bence ne, ya da ben her şeyden olduğu gibi aşktan ne bekliyordum biraz sizinle de paylaşmak istedim.
Ben her şeyden önce anlaşılmak istiyorum. Ucu bucağı olmayacak bir anlayış istiyorum. Koşulsuz kabul beklemiyorum. Mantık çerçevesinde sıralayacağım maddelerimi bıkmadan usanmadan, yılmadan dinleyebilecek, kendince beni anlamaya çalışacak bir kalp istiyorum önce bunun farkına vardım. Aşk bence bu. İlginizi çeksin çekmesin, uyumlu olun olmayan, anlaşıp anlaşmamanızı bile bir kenara bırakın, yaptığınız fedakarlığın tek bir açıklaması varsa eğer. Yalnızca sevginiz ağır basıyorsa tüm mantık dışı davranışlarınızın açıklaması olarak. İşte bence aşk budur. Belkide bu kadar basite indirgemeden aşktan beklentilerimizi sıralamadan aşkın yalnızca iki insanın birbirini sevmesinden de ötede kalbi bir bağ ile bağlanmasını da ele alabiliriz. Lakin aşk açıklama gerektirmez. Açıklamaya lüzum görmeksizin saf bir sevgiyle iki kalbi birbirine bağlar. Bunu yalnızca duygular yoluyla da yapmaz. Bazen mantığınıza uydurur. Uyum aramaksızın, sizi kendine bağlar. Sanırım ne söylesek az ne söylesek eksik geliyor. Aşk tanımsızlığın da ötesinde beklentilerimizin tümü almaya adaydır.
...Hislerimizin peşinden mi gitmek gerek? Onların bizi ansızın takip ettiğini varsayıp daima bir kalbin peşinden mi koşmak gerek? Hissettiğimiz her ne varsa, olmasını istediklerimiz, olması muhtemel, olası her ne varsa, bizler hep peşine takılıp gidiyoruz. Bazen doğru veya yanlış diye bir adlandırma yapmaksızın koşup duruyoruz. Sonrasında tökezleyeceğimizi, takılıp duracağımızı bildiğimiz halde… Bizler aslında mantık çerçevesinde değil de hisler doğrultusunda emin adımlarla ilerlerken, bugünün sevincini yarının üzüntüsüne bağlıyor hep bir manasız hüzünle dolduruyoruz kalbimizi. Anlamlandıramadığımız sevgiler, anlamadığımız yürekler sarıyor etrafımızı. Sonrası muamma zaten. Ama şunu biliyorum ki, her ne olursa olsun karşındakine olan sevgin, sana ait bir güzelliktir. Sahi gerçekten de öyle mi düşünüyoruz? Sevgimiz bize ait bir güzellik mi? Yoksa bize ait bir yenilgi, bir çaresizlik, bir hissizleşme adımı mı? Adını her ne koyarsak koyalım, bazen kendimizi saf yerine koyalım, bazen kendimizi bulutların üstündeymiş edasıyla savrularak bulalım, işin sonunda hep bir yarım kalan sözle tamamlıyoruz kendimizi.Bizler belkide tam hislerimizden bile emin olamadan yola çıkıyoruz. Adımlar atıp kendimizi bile anlamayamazken, bir başkasının bizi bu karmaşadan çekip çıkarmasını, bizim kendimize göstermediğimiz özveriyi onun bize göstermesini bekliyoruz. Ne tuhaf en büyük yardımı biz kendimize yapabilecek vaziyetteyken, bir başkasının bize yardım elini uzatmasını dört gözle bekliyoruz. Adına belki sevgi açlığı, belki ilgi meraklılığı belki de sevgi beklentisi diyelim. Her ne olursa olsun bizler hep bir sevgi kıvılcımı içerisinde birileriyle iletişim halindeyiz. Sevgimizin boşa gitmesinden, boşa harcanmasından veya boş yüreklerde heba olmasından korkmadan onu savuruyor, sonrada pişmanlıklar içerisinde onu kollamaya çalışıyoruz. Ne tuhaf elbette sevgimiz bize ait bir güzellik. Ama emin olmadığımız kollarda, emin olmadığımız bir sevgi adı altında bize sadece külfetten başka bir şey değil.
...Yaşam boyu hep bir yoldayız. Bu yollar bazen yokuş çıkarken bizi nefessiz bırakan, bazense zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacağımız kadar heyecanlı anlar olur. Hayal kırıklıklarımız, üzüntülerimizle ilerlediğimiz yollarda ise hep bir umutsuzluk sancısı çekeriz. Geneli düşünmek yerine, o anın berbatlığıyla kendimize savaş açarız. İşte o çaresizlik anında bize ilham olması gereken bir öyküdür inci.
Yağmur başladığında kenara çekilen istiridye, ağzını açar ve beklemeye başlar. Çünkü görevi insan denen mahlukatın uğruna canını bile verebileceği kıymetli bir mücevhere dayelik yapmaktır. Damlalar önce istiridyenin yanındaki kuma düşer, kuma çarpan damlanın da etkisiyle kum tanesi istiridyenin içine düşüverir. İşte o an sancı başlar. Her sancı bir salgı oluverir, her salgı da kum zerresinde bir sedef katman. İstiridye paha biçilmez zarif bir netice uğruna o ızdırabı ve o sancıyı kaç kez çekmiştir kim bilir? Denilene göre istiridye tam 7 yıl inciye sedef olan sancı çekilir. İsyan etmeden, sızlanmadan, hayıflanmadan, zahmetin olmayacağı anda rahmetin de olmayacağını bilir cinsten.
İnci istiridyenin öyküsüdür. İnci acıların mutluluğa dönüşmesi, zahmetsiz rahmetin olmadığının kanıtıdır. Bizlerse mutsuzluklarımıza sığınıp, kendimizi kapatmakla, küsmüş olduğumuz kendimize hayıflanmakta bulduğumuz hıncımızı yalnızca kendimizden almakla yaşıyoruz. Halbuki her olay bir şans ama yalnızca bunu görebilene.
...
Türk sinema ve medyasında Din adamı imajının zamanla çeşitli koşullara bağlı olarak değiştiği gözlemlenmiştir. Din adamı imajının oluşturulmasında o dönemin siyasi koşulları, dini anlama ve yorumlama biçimleri, filmi çeken şirketlerin ticari kaygıları etkili olmuştur.
Türk sineması 1922 yılından itibaren film çekmeye başlamıştır. Cumhuriyetin ilk yılları, inkılapların hayata geçirilmesi nedeni ile toplumda değişikliklerin en yoğun yaşandığı dönemdir. Bu değişimleri halka anlatmak ve ikna etmek için kullanılan araçlardan biri de sinemadır. Yeni Cumhuriyet rejiminin olumlu ve gerekli olduğunu vurgulamak için eski olan Osmanlı devlet düzeninin olumsuzluklarının abartılı şekilde gösterilmesi gerekmiştir. Bu ideolojik amaçla yapılan filmlerde batı; çağdaş, modern, ilerici, bilim, sanat ve aklın hakim olduğu laik bir toplum olarak gösterilmiştir. Buna karşılık din adamları, Osmanlı padişahlığını ve hilafeti savunan, halkı isyana teşvik eden, gerici, yobaz ve cahil insanlar olarak gösterilmiştir. Aynaros kadısı, Bir kavuk Devrildi filmleri örnek gösterilebilir.
1960 lı yıllarda toplumda özgürlük, adalet, eşitlik, sosyalizm görüşleri çok popüler olduğu için bu dönemin filmlerinde Türk kültürünün töreleri ve gelenekleri eleştirilmiştir. Din adamları toprak ağalarının, zenginlerin, siyasilerin yaptığı haksızlıklara cevaz veren, onaylayan, güçlü olanın yanında durup halkın ezilmesine göz yuman çıkarcı, kötü insanlar olarak gösterilmiştir. Yılanların öcü, Susuz yaz, Gecelerin Ötesi, Umut, Züğürt Ağa gibi filmler örnek gösterilebilir.
1970 li yıllar film şirketlerinin ticari kaygılar ile en fazla film çekilen yıllardır. Erotik, dini, komedi, aile, dram, aşk gibi her konu ile ilgili filmler çekilmiştir. Basit bir senaryo, ucuz dekor ve kostümler, eğreti duran roller ile bol bol film çekilmiştir. Dini içerikli bu filmlerde din tamamen duygu sömürüsü yapılan bir unsur haline getirilmiştir. Özellikle Peygamberlerin ve evliyaların hayatını konu alan dini filmlerde ise karakterler abartılı ve doğa üstü mistik donanımlara sahip kişiler olarak gösterilerek gerçeklikten uzaklaştırılıp inandırıcılığını kaybetmiştir.
1980-90 lı yıllarda din adamlarının olumsuz imajını düzeltmek ve halkı iyi, güzel ahlaka yöneltmek için bazı projeler yapılmıştır. Bu amaçla yapılan film ve dizilerde din adamı iyi, eğitimli, bilgili, ahlaklı, temiz giyimli örnek kişiler olarak gösterilmiştir. Maalesef bu çalışmaların sayısı fazla olmamıştır. Aynı dönemlerde televizyondaki güldürü programlarında, karikatür dergilerinde, fıkralarda komik, üç kağıtçı, sapık imam tiplemesi devam etmiştir.
Olumsuz Din adamı tiplemelerinin oluşmasında haklı nedenlerde vardır. Camilerde imamlık yapan veya dindar görünen bazı kişilerin davranışlarının, sözlerinin ve kişiliklerinin İslam’a uygun olmaması halkın dikkatini çekmektedir. İslam dininin en iyi temsilcisi olması gereken kişilerin hataları din adamlarına olan güvenin ve saygının azalmasına da sebep olmaktadır.
2000’li yıllardan sonra programcılar, televizyonda din konusunun izlenme oranlarını arttırdığını fark etmiştir. Ramazan ayında, Kandillerde, dini konular ile ilgili tartışmalarda üniversitelerde görev yapan ancak farklı görüşlere sahip ilahiyatçılar televizyonda bol bol görünmeye başlamıştır. Din konusunda uzman olan ilahiyat profesörlerine saygı ve güven tam olmasına rağmen tartışmalı konularda farklı görüşler anlatmaları kafa karışıklığına neden olmuştur. İzleyen ve dinleyen kişilerin çoğunluğu kendi düşüncesine uygun olan ilahiyatçıyı kabul edip diğerlerini reddetmiştir. Bazıları ise hepsini birden reddederek eski geleneksel inancına daha sıkı sarılmayı tercih etmiştir. Akılcı düşünmeyi tercih edenler ise daha fazla araştırarak, eleştirel düşünerek farklı yorumlara yer açmışlardır.
Zamanla medyadaki Din adamı imajı yavaş yavaş düzelmiştir. Siyasi İktidarın din konusundaki hassasiyeti ve tutumları dine karşı olumlu algının oluşmasında ve desteklenmesinde etkili olmuştur. Ancak Siyasi iktidara yakın olmak isteyenler yüzünden çıkar ve menfaate dayalı, samimi olmayan görüntüde dindar kişi sayısı çok artmıştır. Son olarak Din ve Din adamı imajı dönemin siyasetinden, ideolojisinden, koşullarından ve ticari kaygılarından etkilenerek değişmektedir.
...Sanat, sanatçının hayal gücünü ve yaratıcılığını kendine özgü bir şekilde dışa yansıtmasıdır. Sanat eseri kendi içinde bütünlük, tutarlılık, uyum, orantı, simetri ve ahenk içeren, güzelliği yansıtan bir üründür. Yalan ise doğru ya da gerçek olmayan, gerçek üstü-ötesi olan her şeydir. Yalanı anlamak veya söylemek için doğrusunu/gerçeğini bilmeniz gerekir, gerçeği/doğrusu bilinmeyenin yalandan ayırt edilmesi imkansızdır.
Sanatçı doğadan ilham alır ve bu ilhamın üzerine duygu ve düşüncelerini, kendine özgü, yeni, farklı ve yaratıcı bir şekilde ortaya koyar. Yalanla irtibat ve ilişkisi en fazla olan sanat dalları roman, sinema ve tiyatrodur. “ Sanat her zaman yalan söylemez mi zaten? Hatta en çok yalan söylediği zaman, en yaratıcı olduğu zamandır” diyor Konstantinos Kavafis. Yalan bir dünya da yalan karakterler, yalan olan bir olayı anlatır. Ancak olay ve karakterler en ince ayrıntılarına kadar betimlenerek inandırıcılık kazandırılır. Aslında roman okuyucusu da, film/tiyatro izleyicisi de bu kurgusal yalan dünyaya inanmaya hazırdır. Burada önemli olan anlatılan yalan dünyanın, kendi iç tutarlılığının olmasıdır. Gerçek dünya ile benzerlik göstermesine gerek yoktur. Hayatın rutin koşturmacası içinde yapılması gereken sıkıcı işler ve gerekliliklerin dışında eğlenceli, farklı, heyecanlı, hareketli bir dünya, yalan olsa dahi insana zevk ve keyif vermektedir. Her akşam izlediğimiz diziler, filmler, reklamlar hatta yarışmalar yalan üzerine kurulu eğlenceli zaman geçirme araçlarıdır. Yalan dünyanın oyuncuları rollerinin yanında, güzellikleri, ve şıklıkları ile ünlü olmakta ve beğenilmektedirler. Popüler olmak ve beğendikleri sanatçılara benzemek isteyen kişiler Facebook, İnstagram, Youtube gibi sosyal medya unsurlarını kullanarak kendilerini göstermek istediği tarzda yeniden inşaa etmekte, filtreli, kurguya dayalı mutluluk pozları ile resimler ve videolar paylaşmaktadırlar. Yalanın popülerliğinin artması ile sosyal medyada fiziksel görünüş, saç, makyaj, kıyafet, ayakkabı, gidilen mekanların estetik ve şık görüntüsü en çok paylaşılan fotoğraflar olmuştur.
Tüm dünya da yalan, hakikat karşısında öne geçmiş ve değer kazanmıştır. Siyasette, ekonomide, sosyal hayatta ve ilişkilerde rol yapmak, gerçek duyguları/düşünceleri saklamak ve yalan söylemek daha etkin hale geldiği için yüzeysel ama çok kırılgan bir yapı oluşmuştur. Yalan kısa vadede insana güç, para ve popülerlik kazandırmakta ancak uzun vadede istikrar, güven ve huzuru bozmaktadır.
Yalan, sanat için önemlidir çünkü yeni, farklı ve yaratıcı olan fikirlerin ortaya çıkmasını sağlar. Amacı ise insanı mutlu etmek, eğlendirmek ve birazda düşündürmektir. Ancak gerçek hayatta ki yalanların söylenmesinde çıkar ve menfaate dayalı pek çok amaç vardır. Bu yalanların niyet ve sonuçlarına göre değerlendirilmesi yapılır. Yalan, doğrusu bilindiği için yalandır, bilinmiyorsa o gerçektir. Yalanın bu kadar yaygın olduğu bir zamanda ele alınan konu ile ilgili bilgilerin doğruluğunu ya da gerçekliğini araştırmak herkesin kendi sorumluluğudur.
...Ülkemizin yüzde 95’i Müslüman ve her yerde İmam hatip okulları, her üniversitenin İlahiyat fakültesi bulunmaktadır. Tüm bu verilere göre İslam’ı anlayan ve yaşayan ahlaklı bir toplum olmamız beklenir. Herkes İslam’ın güzel ahlakı tavsiye ettiğini bilir. Ancak hepimizin ortak şikayeti; toplumun ahlaki anlamda çok bozulduğu yönündedir Buradan ahlaklı olmak ile dinini bilmenin çok ama çok farklı olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.
Ahlak ve inanma kavramlarını ele alan bilim adamları, bu kavramların doğuştan olup olmadığını incelemişlerdir. Bebeklere (3-8 aylık) kukla tiyatrosu izlettirilmiş sonra iyi ve kötü kukla arasında seçim yapması istendiğinde bebeklerin çoğunluğu iyi olan kuklayı seçmiş, zarar veren kötü kuklayı istememiştir. Buna benzer deney ve gözlemlere göre iyi olana yönelik doğuştan getirilen bir eğilimimiz vardır. İnanmak ile ilgili genetik araştırmalarda ise insanın “inanma geni” adını verilen bir gene sahip olduğu ve kendinden üstün bir güce sığınma, güvenme eğilimi olduğu bulunmuştur. Doğuştan getirilen eğilimler, toplumda sonradan öğrenilenler ile şekillenmekte ve olgunlaşmaktadır.
Çocuğun sosyalleştiği ve ilk eğitimlerini aldığı yer ailedir. Ailenin inançları, davranışları, alışkanlıkları ve tutumları çocuğun maruz kaldığı ilk hayat tecrübeleridir. Çocuk gözlem yapar ve taklit eder. Aile onun “normal” olarak kabul ettiği her durumu öğrendiği ilk yerdir. Çocuk ilk dini ve ahlaki bilgileri, tutumları ve davranışları ailede öğrenir. İyi ve kötü, ailenin düşünce yapısına göre tanımlanır ve kodlanır. Dürüstlük, çalışkanlık, fedakarlık, yardımseverlik gibi pek çok davranış için ailenin yaptığı yorumlara göre karar verilir. İyilik mi, enayilik mi, gözü açıklık mı? Çocuk ailedeki kişilerin davranış ve tutumlarını bütün olarak örnek alır. Hem yalan söyleyen hem de oruç tutan, hem kurban kesen hem de başkalarına yardım etmeyen anne ve babaları taklit eder ve normal olarak değerlendirir. Artık çocuğun zihninde dindar olmak ve ahlaklı olmak aynı şey değildir. Dindar görünmek önemlidir ama bu hayatta bir yer edinmek için ahlaklı olmaya gerek yoktur.
Aileden sonra okul, arkadaşlar, kitle iletişim araçları, toplumdaki diğer insanların yorumları, saygınlık ve üstünlük olarak kabul edilen ölçütler yavaş yavaş çocuk/genç tarafından öğrenilir ve benimsenir. Çocuk/genç ailenin ve toplumun aynasıdır. Eğer çevremizdeki insanlardan ve gençlerin ahlaki, dini bozulmalarından şikayet ediyorsak ilk sorumluların kendimiz ve ailemiz olduğunu unutmayalım. Sevilmek, takdir edilmek, beğenilmek ve toplumda iyi bir yere sahip olmak isteyen çocuklar ve gençler hayatları boyunca öğrendikleri tutum ve davranışları uygulamaktadırlar. Bu durumun farkına varmak sorunun kendimizde olduğunu görmek bile çözüm için ilk adım sayılır. Önce kendimizi değiştirelim. Dindar olup olmamak Allah ile kul arasındaki bir mevzudur ama ahlaklı olmak birbirimize karşı sorumluluğumuzdur. Bir arada huzurlu, mutlu, güvenli ve refah içinde yaşamak istiyorsak başta adalet olmak üzere ahlaki davranışları uygulamalı ve yaşatmalıyız.
...
Kendimizi çoğunlukla bir zaman dilimine ait hissederiz. İçini delip geçtiğimiz, hatırladığımızda da bizi delip geçen zaman...
Tüm insanlık aynı zamanı yaşıyor gibiyizdir ancak farklı vakitlerden geçeriz. Kimi için keyif vaktidir kimi için çalışmak, kimi içinse yılgınlık vakti...
Çizgisel bir zamanı takip ettiğimizi sanarız oysa herkes kendi vaktini yaşar. Doğumlar, ölümler, sevişmeler… insana ait ne varsa tam da o an içinde yaşarız. O andan gerisi artık bizim vaktimiz değildir.
Yalnızca o andır bize ait olan. Farkında olmazsınız ama başkasının vaktini "çalmaya" başlarsınız. Başkasının aşk vaktini, kendi aşksızlık vaktinizle kıyaslayıp kendinizinde aşk vaktinde olduğunu sanırsınız. Oysa onun aşk vaktiyle sizin aşk vaktiniz bir değildir. Kendinizi, o anın farkında olmadan, "o ana" sahip çıkamadığınızdan yoksunluk oluşur içinizde. Bir an unutursunuz kendi anınızı ve başkasının anının içinde kendi anınızı ararsınız.
Bir vakitsizlik oluşturur içinizde bilmezsiniz karıştırırsınız ama olmayanı oldurmak gibi vakitsizlik çabası içinde bulursunuz kendinizi. Hayır, bu söylediklerim bir "kader" değil, zamansallık sorunu.
Kim bilir ki senin yaşının vaktini senden başka? Kim bilir ki başkasının yaşını başkasından başka?
Vakit senin vaktin, yeryüzünde yaşanan kederler, acılar, sevinçler, mutluluklar hepsi senin vaktin. Veyahut sen milenyum çağındasındır, oysa ruhun victoria döneminde Gotha ve Saxe-Coburg prensi Albert'tir. Bazı vakitlerde ise ne olduğunu, nerde durduğunu bilmezsin bile.
Her şey sınırsız bir tatmin döngüsü; zihin, beden, ruh, açlık-tokluk... Bu vakitlerin arasında kendimizi bilme ve bulma çabasıyla olup oldurup vakitsizleşiriz.
Fotoğraf: Mine Metin