İskandinav Mitolojisi bazı kaynaklarda Mors Mitolojisi olarak da geçmektedir. Dünya üzerinde en çok bilinen ve hakkında en fazla dizi, film, çizgiroman çıkan mitolojilerden birisidir. Hadi hep birlikte tüm bilinmeyenleri ile İskandinav Mitolojisi hakkında bilgileri inceleyelim.
İskandinav Mitolojisinin en bilinen ögelerinden birisi olan Yggdrasill, aslında bir dişbucak ağacıdır. Bu ağaç İskandinav Mitolojisine göre var olan tüm varlıkların merkezidir.
Odin, mitolojiye göre ilk ve baş tanrı olarak kabul edilmektedir. Odin yalnızca İskandinav Mitolojisindeki bir karakter değil aynı zamanda Germen ve Sakson mitolojisinde de yer alan bir karakterdir.
Tanrıların başı olan Odin’in eşi olan Tanrıça Frigg, İskandinav mitolojisinin bir diğer önemli karakteridir. Var olan her canlının kaderini bildiği ancak bir müdahale de bulunmadığı bilinmektedir. Ne kadar Odin’in eşi olsa da başkaları ile de ilişkileri bulunmaktadır. Kısacası Frig tek eşli değildir ve bundan dolayı da Yunan Mitolojisindeki Hera’ya benzetilmektedir.
Odin’in oğlu olan Thor, gök gürültüsü, fırtına ve yıldırıma hükmetmektedir. Tanrıların ve insanların arasında en güçlüsü olarak bilinir. Thor, yazılı olan kaynaklarda bir kurtarıcı olarak görülmektedir. İnsanlar ve Tanrılar sürekli Thor’dan yardım istemekte ve o da onlara yardım etmektedir.
Tek elli Tanrı Tyr, savaşlardan sorumlu Tanrı olarak bilinmektedir. Babası Odin’dir.
Loki, İskandinav Mitolojisinde hilekarlığı ve düzenbazlığı temsil etmektedir. Loki’nin bir Tanrı olup olmadığı tam olarak bilinmemektedir. En büyük zevklerinden birisi Tanrı ve Tanrıçları sinirlendirmektedir. Işığın ve saflığın Tanrısı olan Baldur’u öldürmesi nedeni ile bir mağaraya kapatılmıştır.
Baldur, Tanrı Odin ve Tanrıça Frigg’in oğludur. Yazılı kaynaklarda ışığın ve saflığın Tanrısı olarak geçmektedir.
Freyr, İskandinav Mitolojisine göre bereket Tanrısıdır. Yine gün ışığı ve toprakla da ilişkilendirilmiştir. Vikingler Freyr’e barış zamanlarında ibadet etmektedirler.
Freya, Aesir isimli meclisin 13. ve tek kadın üyesi olarak bilinmektedir. Bazı kaynaklara göre Odin’in kadın versiyonu olarak tanınır ve Tanrı Freyr ile kardeştir.
Türk edebiyatının gelmiş geçmiş en başarılı şairlerinden birisi olarak Nazım Hikmet yaşamı ile de bir zamanlara damga vurmuştur. Nazım’ı anlamak için yalnızca şiirlerini dinlemek, romanlarını okumak yetmez. Onunla aynı yolda yürümek gerek. Hiç değilse hayatını öğrenmek.
Celile Hanım ve Hikmet Bey’in oğlu olan Nazım Hikmet, takvim yaprakları 1902 yılının 15 Ocak gününü gösterdiğinde Selanik’te dünyaya geldi. Nazım Hikmet’in babası Hikmet Bey, farklı illerde valilik görevini üstlenmiş Nasım Paşa’nın oğludur. Annesi Celile Hanım ise dilci Enver Paşa ve Leyla Hanım’ın kızlarıdır. İlk kadın ressamlarımızdan birisi olan Celile Hanım, oldukça kültürlü ve sanatçı ruhlu bir hanımdı.
Nazım Hikmet, küçük yaştan itibaren annesinden oldukça iyi bir eğitim almıştır. Bunun yanında dedesi Nazım Paşa’da sıkça şiir toplantıları düzenleyen bir mevlevi şairdir, Nazım yine küçük yaşlardan itibaren bu toplantılara katılmıştır. Orta öğrenimini Galatasaray Sultanisinde tamamladıktan sonra Bahriye Mektebine giden Nazım, daha henüz 11 yaşında küçük bir çocukken ilk şiirini kaleme almıştır. 1918 yılında o henüz 16 yaşında genç bir delikanlı iken ilk kez bir şiiri dergide yayınlanır. İlk başlarda aşk şiirleri yazsa da İstanbul’un işgali ile vatan sevgisi ağır basar ve yurtsever şiirler kaleme alamaya başlar.
Mezun olmasına yalnızca üç ay kala bir hastalık geçirmesi nedeniyle okuldan ayrılmak zorunda kalır ve daha sonra bir grup arkadaşı ile Anadolu’ya geçer. Bolu’da bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra kısa aralıklarla iki kez Moskova’ya gider ve toplam dört yıl kadar orada yaşar. Rusya’da gerçekleşen ihtilale tanık olmuştur ve Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesinde ekonomi – politik eğitimi alır. Siyasi kişiliği de bu yıllarda oluşmaya ve gelişmeye başlamıştı.
Hayatı boyunca Nazım Hikmet hakkında pek çok kovuşturma açılmış, hatta kürek cevazına bile çarptırılmıştır. Toplamda 17 yıl hapiste kalan Nazım, bu dönemde de oldukça başarılı eserler kaleme almıştır. 1950 yıllında düzenlenen genel af ile birlikte serbest kalır ve yurtdışına çıkma kararı alır. Bu dönemde Uluslararası Barış Ödülüne de layık görülen Nazım Hikmet, 3 Haziran 1963 günü Moskova’daki evinde hayata gözlerini yumar.
Tüm bilinmeyenleri ile Türk Mitolojisi denilince bile pek çoğumuzun aklında bir şey canlanmıyor olabilir. Yunan, Mısır hatta Arap mitolojilerine pek çoğumuz aşinayız peki ya Türk Mitolojisi? Türk mitolojisi, Türk halklarının inanmış olduğu mitolojik unsurların tamamına verilen isimdir. Türk mitolojisi, Tengricilik dininden izler taşımakla birlikte günlük ve sosyal yaşamdan da oldukça önemli izler taşımaktadır.
Eski Türk inançlarına göre ikili tanrı inancı da oldukça yaygındır. Gökyüzünün en yüksek katında bulunan ve tüm evreni yöneten Kayra Han ile yer altı dünyasını yöneten Erlik Han en önemli Türk mitolojisinde en önemli iki mitolojik karakter olarak karşımıza çıkar. Bu durum biraz Eski Türk devletlerinin yönetim şekline de benzemektedir. Çünkü eski Türk devletlerinde ülkenin doğusunu kağan yönetirken batısını da yabgu ismi verilen yöneticiler yönetmektedir. Keza doğuyu yöneten kişi her zaman daha üstün görülmüştür, bunun sebebi de güneşin doğuşunun o yönden gerçekleşiyor olmasıdır.
Türk Mitolojisinde karşımıza çıkan ve en bilindik tanrılardan birisi olan Gök Tanrı, asıl yaratıcı güç olarak kabul edilir ve Kayra Han’ın da babasıdır. Kayra Han’ın oğlu Ülgen ise göğün 16. katında altın bir tahtın üstünde oturmaktadır. Göğün dokuzuncu katında Kızagan, yedinci katında Mergen , beşinci katında ise Katay Han bulunmaktadır.
Türk mitolojisi tanrıçalar açısından da oldukça zengindir. Bu tanrıçaların başında Umay Ana gelmektedir. Mitolojik bir karakter olarak insanların hem korktuğu hem de bereket dilediği Umay Ana, özellikle kadınlarla ve çocuklarla ilişkilendirilir. Doğurganlık tarnrıçası olarak da anılmkala birlikle Umay Ana, diğer mitolojilerde Toprak Ana olarak karşımıza çıkar. Altaylarda yapılan arkeolojik çalışmalar sonucunda Umay Ananın üç boynuzlu olarak tasvir edildiği öğrenilmiştir.
Türk mitolojisindeki bir diğer tanrıça ise Ak Anadır. Türk, Tatar, Altay, Yakut, Çuvaş mitolojilerinde Deniz Tanrıçası olarak da bilinen Ak Ananın ışıktan bir bedeni ve başında ihtişamlı bir tacı andıran boynuzları bulunmaktadır. Etrafında deniz yıldızları dolaşır, aynı zamanda parlak mavi bir kuyruğa da sahiptir.
Tüm bu mitolojik karakterlerin dışında Ay Ata, Gün Ana, Yel Ana, Yel İyesi, Bürküt Ata, Od Ata ve Od Ana, Boz Tengri, Ayızıt, Alaz, Etügen, Yayık Han ve Suyla gibi çeşitli güçlere ve görevlere sahip mitolojik karakterler de karşımıza çıkmaktadır.
...Divan-ı Hikmet, 12. yüzyılda yaşamış olan Hoca Ahmet Yesevi tarafından kaleme alınmıştır. Dörtlükler ve beyitlerle, hece ölçüsü ve aruz ölçüsü ile yazılan bu eser toplamda 144 tane dörtlük bir tane münacaattan oluşmaktadır. Hece ölüsünü 4+ 4+ 4 durakları ile, 4+ 3 durakları kullanılmıştır. Eserde dörtlüklerin kafiye örgüsü; abcd, dddb, eeeb şeklindedir. Dini ve tasavvufi bir eser olan Divan-ı Hikmet, didaktik yani öğreticidir. İnsanlara fayda sağlamak amacı ile yazılmıştır.
Eserin ismini almasında da etkili olan, eserde ki her bir dörtlüğe "hikmet" adı verilir. "Hikmet" kelimesi ise hoş ve hayırlı anlamına gelir. Yani eserin anlamı bir nevi "hikmetlerin divanı" yani "hayırlı ve hoş sözlerin divanı" gibi olmuş olur.
Hoca Ahmet Yesevi halk arasında da sevilip sayılan bir insan olduğu için bu hikmetleri halk arasında yayılmış, Orta Asya ve Anadolu'da insanları etkisi altına almıştır. Aynı zamanda Ahmet Yesevi'nin kurduğu Yesevilik tarikatında ve kendinden sonra kurulan tarikatlarda dersler için güzel bir kaynak teşkil etmiştir.
Eserde Allaha ve peygambere olan aşk, sevgi işlenmiştir. Cennetten, cehennemden, peygamberin hayatından, mucizelerden bahsedilmiştir. Eser sade bir dille yazılmıştır. Anlaşılması oldukça kolay, yalın bir dil hakimdir. Divan-ı Hikmet, Karahanlı Türkçesi'nin Hakaniye Lehçesi ise yazılmıştır.
Eserde soru sorma sanatı olan İstifham sanatından ve bilipte bilmezden gelme sanatı olan Tecahül-i Arif sanatından yararlanılmıştır. Ahmet Yesevi'nin bu eseri birleştirici bir özelliğe de sahiptir. Uyak, hece gibi Milli unsurlara yer veren Ahmet Yesevi, aynı zamanda Arapça ve Farsça İslami öğelere de yer vermiş ve bütün bunları birleştirmiş, harmanlamıştır.
Eserde bulunan dörtlüklerin son dizelerinin birbiri ile kafiyeli olması ve bazen de aynen tekrar etmesi ahenkli bir söyleyiş yakalayabilmek için yapılmıştır.
Atabetü'l Hakayık, Edip Ahmet Bin Mahmut Yükneki tarafından kaleme alınır ve 12. yüzyılda yazıldığı tahmin edilir. Bir öğüt ve ahlak kitabıdır. Hadis ve Arapça beyitler dayanarak yazılmıştır. Eser Türk ve Acem Meliki Muhammed Dad İspehsalar Bey'e sunulmuştur. "Hakikatlerin, Gerçeklerin Eşiği" anlamına gelir. Eserin dil özellikleri ve muhtevası Kutadgu Bilig' den sonra yazıldığını ortaya koyar. Eser Karahanlı Türkçesi ve Uygur Harfleriyle yazılmıştır. İçerisinde Arapça ve Farsça kelimeler vardır. Geçiş dönemi eseri olarak kabul edilir. Eserin nerede ve tam olarak ne zaman yazıldığı belli değildir. Eser toplamda 14 bölümden oluşur. İlk 5 bölüm girişi oluşturur. "Nevi" adı verilen 8 bölüm asıl konuyu, son bölüm ise de bitiş bölümünü oluşturur. Eser 40 beyit ve 101 dörtlükten ibaret bir eser olup aruzun feûlün/ feûlün/ feûlün/ feûl kalıbıyla yazılmıştır yani Kutadgu Bilig ile kalıpları aynıdır.
Eser mesnevi nazım şekliyle yazılmıştır. Hem beyit hem de dörtlükler yer almaktadır. Tam ve yarım kafiyeler yaygındır ve mısra başı kafiyelerine yer verilir. Eserde telmih yani hatırlatma sanatına çok fazla yer verilmiştir. Giriş bölümünde Allah'a, peygambere ve dört halifeye övgüden sonra Emir Muhammed Dad İspehsalar Bey' e övgü vardır. Sonrasında da sebebi telif denilen ve kitabın neden yazıldığını izah eden 6 beyitlik bir kısmı vardır. Kitabın dörtlüklerle yazılan bölümünde ilmin faydası, bilgisizliğin zararları, dilin muhafazası, dünyanın dönekliği, cömertlik ve hasislik, tevazu ve kibir konular işlenmiştir. Tamamen öğüt üslubuna uygun yazılmıştır. Kutadgu Bilig ile öğüt yönünden benzerlik gösterir ancak ondaki zenginlik Atabetü'l- Hakayık da bulunmaz. Atabetü'l- Hakayık 1951 yılında Reşit Rahmeti Arat tarafından yayımlanmıştır. Bu çalışmada transkripsiyonlu metin, Türkiye Türkçesine çeviri, sözlük, açıklama notları ve tıpkıbasım bulunmaktadır. Üçü İstanbul'da ikisi Ankara' da biri de Berlin' de olmak üzere bilinen 6 nüshası vardır.
Eserin dili biraz konuşma diline yakın olduğu için Türkçe açısından çok fazla önem arz etmektedir. Bu eserin içeriği incelendiğinde Edip Ahmet Yükneki' nin Türk diline verdiği önem apaçık görülmektedir.
İslami Türk edebiyatının bilinen ilk büyük eseridir. 1069-1070 yıllarında Yusuf Has Hacip tarafından kaleme alınmıştır. 6645 beyitten oluşan manzum bir siyasetname olarak değerlendirilir. Kutadgu Bilig, Karahanlı döneminin standart Türkçesi ile yazılmıştır. Hacip, eserini Türkçe yazdığını belirtmiş ancak hangi alfabeyle yazdığını söylememiştir. Dolayısıyla eserin yazarının elinden Arap harfleriyle mi yoksa Uygur harfleriyle mi çıktığı bir tartışma konusu olmuştur.
Kutadgu Bilig, yazıldığı yıllarda sadece Karahanlı Türkleri arasında değil, Çinliler, Farslar ve Araplar arasında da tanınmıştır. Bu eseri Çinliler Edebü'l- Müluk, Araplar Zinetü' l-Ümera ve İranlılar Şehname-i Türki olarak tanımışlardır.
Eserde dönemin İslam dünyasında hakim olan ahlak anlayışı, yaşama tarzı ve halk- yönetici ilişkileri anlatılır. Saadet/ Mutluluk Veren Bilgi anlamına gelen eser, iki dünyada da mutluluğa ulaşmak için takip edilecek yolu gösterir. Eser sanat amacı güderek yazılmamış daha çok fayda sağlamak için yazılmıştır. Eser aruzun feûlün/ feûlün/ feûlün/ feûl kalıbıyla yazılmıştır.Toplamda 88 bölümden oluşan Kutadgu Bilig'in 85'i asıl bölüm, 3 tanesi de eklemedir. Kutadgu Bilig sembolik, alegorik bir eserdir. Mutluluk, adalet, ahlak, bilgi, erdem, dünya ahiret ilişkileri gibi konular üzerine birbiri ile ilişkili olan 4 kişi konuşur. Bunlar:
-Adalet timsali hükümdar Ay Togdı
-Mutluluk timsali vezir Ay Toldı
-Akıl timsali veziri oğlu Ödgülmüş
-Akıbet timsali veziri kardeşi Odgurmuş'tur.
Kutadgu Bilig hakkında çok fazla araştırma ve çalışma yapılmıştır. En önemli çalışmayı ise Reşit Rahmeti Arat yapmıştır. Kutadgu Bilig, Türk şivelerine ve başka dillere de çevrilmiştir.
Eserin günümüze kadar ulaşan 3 adet nüshası vardır. Bunlar; Herat (Viyana) Nüshası, Fergana Nüshası ve Kahire Nüshası'dır. Bunlardan Herat Nüshası hem Uygur harfleriyle hem de Arap harfleriyle yazılmıştır. Diğer iki nüsha yani Kahire ve Fergana Nüshaları ise Arap harfleri ile yazılmıştır.
...Altay Yaratılış Destanı, Altay Yakut Türkleri arasında derlenmiştir. Asya Kıtası'nda yaşayan Türk boyları ve Altay Türkleri arasında söylenmektedir. Rus bilim adamları olan Verbitskiy Radloff ve Anohin tarafından derlenmiştir. Bu derlemeler arasında iki versiyon vardır. Yüce bir tek tanrı inancı hakimdir. Bununla birlikte Türklerle yakın coğrafyayı paylaşan Çin, Hint, İran gibi milletlerin dinlerinin de tesirleri görülür.
Varlığın başlangıcı olarak gösterilen su, kutsal kitaplarında başlangıç zamanı anlatımlarıyla paralellik gösterir. Yer, gök yaratılmadan önce her şey sudan ibarettir. Tanrı ile yarattığı kişi su üstünde uçmaktadır. Hatta Tanrının yarattığı kişi, Tanrıya karşı gelince suya yuvarlanır. Daha sonra tanrı yardım eder ve bir taş üstüne çıkarlar. Destana göre, Tanrı yerleri, yarattığı kişinin suya dalıp çıkardığı toprak ile yaratır. İkinci kez toprak çıkarmaya suya dalan kişi bu kez ağzında biraz toprak saklar. Bu çıkardığı toprak ile katı yeri yaratır Tanrı. Bir daha suya dalar, toprak çıkarır. Ağzındaki toprak büyüyünce Tanrıdan izin alır ve tükürür toprağı. Bu kez tükürdüğü toprak ile tepeler meydana gelir.
Bu destana ona göre varlık; yoktan var olma biçiminde değil de var olan bir zemin üzerinde tanrısal güç ile başlamıştır. Bunun haricinde iyilik ve kötülüğün kaynaklarını, evrende bulunan bu nizam ve düzeni de konu alır. Kahramanların olağanüstü eylemlerine yer verir. Altay Yaratılış Destanı'nın dayandığı 2 temel düşünce sistemi vardır. Bunlar; İran, Fars kültürü ve düşüncesi ile Maniheizmin temel prensipleridir. Altay Yaratılış Destanı'nın da iyilik Tanrısı Ülgen kötülük Tanrısı Erlik vardır. İran Yaratılış Destanında ise iyilik Tanrısı Hürmüz ve kötülük Tanrısı Ehlima vardır. Diğer yandan 736 yılında mani dini Uygurlar tarafından kabul edildikten sonra bu dinin düşünce ve prensipleri Türk boylarını her anlamda etkilemeye başlamıştır yani İran mitolojisindeki Tanrı düşüncesi ile Mani dininin prensipleri Türk gelenek ve görenekleri ile birleşerek Altay Türklerinin yaratılış Destanı'nın oluşmasına katkı sağlamıştır. Eski ve yeni olan dinlerin Şamanizm' in de etkisi bu destanda görülmektedir. Altay yaratılış Destanı'nda Adem peygamber ile ilgili metinler de bulunmaktadır.
...14. Yüzyılda Harezm Türkçesi ile yazılmış olan Nehcü'l- Feradis, yazarı tam belli olmayan bir eserdir. Türk edebiyatının önemli tarihçilerindne olan Fuat Köprülü' ye göre bu eser Kerderli Mahmut bin Ali'ye aittir. Kerderli Mahmut bin Ali'nin da hayatı hakkında bilgi yoktur ancak fıkıh, hadis gibi ilimler ile uğraştığı bilinmektedir. Dini mahiyette bir eser olan Nehcü'l- Feradis Türk edebiyatı sahasındaki 40 hadis tercümelerinin ilk örneğidir. Zaten eserin bu önemi müellifi yani yazarı tarafından da girişte belirtilmiştir. Eserin ismi yani Nehcü'l- Feradis ismi “Cennetlerin Açık Yolu” anlamına gelmektedir. Kitap her biri 10'ar fasıldan ibaret olan 4 müstakil baptan yani bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Hazreti peygamberin faziletleri, ikinci bölümünde Hulefa-i Raşidin, Ehlibeyt ve 4 İmamın faziletleri, üçüncü bölümünde Allah'a yaklaştıran ameller ve dördüncü bölümünde Allah'tan uzaklaştıran ameller yer alır. Kitapta her fasıl bir hadisle başlar ve bu hadisin Türkçe tercümesi verildikten sonra tanınmış İslam alimlerinin eserlerinden söz konusu hadisin manasını daha etraflı olarak aydınlatacak şekilde menkıbeler, hikayeler anlatılır. Bazen tanık olarak ayetlere ve başka hadislere de başvurulmaktadır. Yazar Ayrıca her fasıl içindeki vaaz ve nasihatlerinde çeşitli yazarların eserlerinden hikayeler almıştır. Yazarın bu kitabı yazmaktaki gayesi kitaba verdiği isimden de anlaşıldığı gibi okuyucularının kitaptaki sözler ile hareket etmesi, amel etmesi ve bu kitabın onlara cennete gitmek için bir kılavuz teşkil etmesidir. Bu eserin toplamda 6 tane nüshası bulunmaktadır. Bu nüshalardan bir tanesi İstanbul Nüshası' dır. Süleymaniye kütüphanesi' nde muhafaza edilmekte olan bu nüshanın istinsah eden kişinin yani tekrardan aynısını yazan, eseri temize çeken kişinin bin Muhammed Bin Hüsrev olduğu öğreniriz. Diğer nüshaları; Paris nüshası, Mercani Nüshası, Yalta Nüshası, Kazan Nüshaları ve Petersburg Nüshalarıdır. Mercani' nin özel kütüphanesinde bulunan Mercani Nüshası kaybolmuştur. Eserin tıpkıbasımından sonra on adetten fazla nüshası bulunmuştur.
...Türkiye Türkçesinin yazılı tarihi gelişimini Anadolu'da 13. yüzyıldan itibaren başlatmak mümkündür. Eski Anadolu Türkçesi veya Eski Oğuz Türkçesi olarak adlandırılan bu dönem 13-15. yüzyıllar arasında Oğuz Türklerinin kendi ağız özellikleri temelinde kurup geliştikleri yazı dilidir. Türkçe'nin batı veya güneybatı kolunu oluşturan bu sahada Oğuz Türklerinin 11. yüzyıldan itibaren görülmeye başladığı bilinir. Fakat 11. ve 13. yüzyıllar ile ilgili yazılı kaynakların çok az olması sebebiyle bu döneme dair bir bilgi verilmemektedir. Eldeki mevcut malzeme ışığında Oğuzca'nın Anadolu'da 13. yüzyıldan itibaren yazı dili haline geldiği söylenmektedir. Oğuzca'nın ilk defa Anadolu'da yazı dili haline geldiği, Oğuzların Anadolu'ya gelene kadar yazılı birilerinin olmadığı, yaşadıkları Türk boylarının yazı dilini kullandıkları bilinmektedir. Köktürk Yazıtlarındaki Oğuzca beyitler ve Kaşgarlı Mahmut'un Divanü Lügati't Türk'ün de kaydettiği kelimeler daha eski Türkçe döneminde farklı ağız özellikleri gösterdiklerine tanıtır. Oğuzların hakim unsuru oldukları Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletlerinde dahi neden yazılı bir dili olmadığı üzerinde durulması gereken bir sorudur. İsmini zikrettiğimiz her iki Devleti'nde Resmi dili Farsça'dır Bunun başlıca sebebi 13. yüzyıl ortalarına kadar Türk Dili açısından Orta Asya'nın doğu ve batı kesimlerinde ayrı ayrı siyasi sosyal ve kültürel şartlarının rol oynamasıdır. Doğuda bir yazı dili oluşumu için uygun şartlar hazır olmasına rağmen batıda henüz uygun şartlar tamamlanabilmiş değildi. Tarihi süreçte Oğuzların, Köktürk Devleti'nin kurulduğu 552 yılında Ötüken Uygur Devleti'nin yıkıldığı 840 yılına kadar bu devletler içerisinde yaşadığı ve onları tabi olduğu bilinmektedir.
Bazı araştırmacılara göre 10. yüzyıldan itibaren Aral Gölü ile Seyhun Nehri civarında yaşayan Oğuzların bir devlet kuramadığı görüşü varken bazı araştırmacılara göre yine 10. Yüzyılda ve Aral Gölü ile Seyhun Nehri civarında hükümdarlarına "yabgu" denildiği için adı “Yabgu Devleti” olan bir devletlerinin olduğu görüşü vardır. Oğuzların kaynaklarla kesin olan güçlü bir devlet ile ortaya çıkmaları 11. yüzyıl başlarında Selçuklu hanedanın kurduğu Büyük Selçuklu dönemine rastlar. 1040 yılında Dandanakan Savaşı ile Vaznelileri mağlup eden Selçuklular, 1070 yılına kadar sınırlarına Horasan, İran, Bağdat, Azerbaycan, Kars ve Suriye'yi alarak oldukça genişletmişlerdir. 1071 yılında ise Malazgirt Zaferi ile Anadolu'yu hakimiyetleri altına alarak varlıklarını Anadolu Selçuklu Devleti adı altında sürdürmüşlerdir. Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Döneminde yazı dili haline gelemeyen Oğuzca'nın yazı dili haline gelmesi beylikler dönemine rastlar. 13. Yüzyıl'da beylikler döneminde beylerin sahip oldukları bilinçli, milli şuur ve kendilerine tabi olan idarelerinin devamlılığı için Oğuzca'y resmi bir dil haline getirmişlerdir. Karamanoğlu Mehmet Bey yayınladığı ferman ile bu alandaki çabasını gözler önüne sermektedir.
...Divanü Lügati't- Türk, Kaşgarlı Mahmut tarafından 25 Ocak 1072 yılında yani 11. yüzyılın ikinci yarısında yazılmaya başlanmıştır. 1077 yılında Bağdat halifesi Ebu'l Kasım Abdullah'a takdim edilmiştir. Divanü Lügati't- Türk, Türk dilinin ilk sözlüğü ve ilk dilbilgisi kitabıdır. Ansiklopedik bir eser niteliği taşımaktadır, aynı zamanda 11. yüzyılın dil özelliklerini de belirler. O dönemin ses yapı bilgisine ışık tutan bir gramer kitabıdır. Kaşgarlı Mahmut bu eserinde, Türk boylarının birbirine olan yakınlıkları ve temasları üzerinde durmuştur. Bu toplumları ağız ve dil yönünden ele almıştır. Bu eserin amacı Araplara Türkçe'yi öğretmek için yazılmıştır. 7500 adet Türkçe kelimenin Arapça karşılığı verilmiştir eserde. Derleme bir eser olduğunu da söylemek yanlış olmaz. Türk coğrafyasının örfleri, adetleri de bu eserde yer almıştır. İçerisinde aruz ölçüsü ve hece ölçüsü ile yazılmış şiirler vardır. Eserde atasözlerine de yer verilmiştir.
Kaşgarlı Mahmut'un başlıca iki Türk şivesi üzerinde durduğu görülür. Bunlar; Karahanlı yani Hakaniye Türkçesi Diğeri ise Oğuz Türkçesidir. Eserlerde en çok bu kelimeler yer almıştır. Sözlükte ağızların ses bilgisi ve yapı değişikliğine de yer vermiştir. Bu eser şivelerin ortaya çıkışı ile ilgili çok önemli bir yere sahiptir. Divanü Lügati't- Türk'ün bir diğer önemli özelliği de içinde bulunduğu dünya haritasını içermesidir. Bu haritanın bir Türk tarafından çizilmiş ilk Türk haritası olduğu söylenmektedir. Kaşgarlı Mahmut'un bu haritayı çizmesinde ki asıl amaç, Türk boylarının yaşadığı coğrafyayı göstermektir. Eserin tam adı “Kitabu Divanü Lügati't- Türk” tür ve anlamı "Türk Lehçelerini Toplayan Kitap" demektir. Türk dilinin ilk diyalektolojik (ağız) sözlüğü niteliğini taşımaktadır. Aynı zamanda bu eserimiz şiir antolojisi özelliği de taşımaktadır. Bu eser, tarihi ve yaşayan bütün Türk lehçeleri için en önemli kaynaktır.
Divanü Lügati't- Türk hakkında birçok çalışmalar yapılmıştır. İlk çalışma yapan kişi, Kilisli Rifat Bilge'dir. Bunun dışında Besim Atalay, James Kelly ve Robert Dankoff da bu eser ile ilgili çalışmalar yapmıştır. Divanu Lügati't-Türk'ün tek bir nüshası vardır. İstanbul'daki Millet Kütüphanesi'nde bulunan tek nüsha, Ali Emiri tarafından bir tesadüf sonucu bulunmuştur.
...Eski Anadolu Türkçesinin önemli ürünlerinden olan ve Dede Korkut Hikayeleri veya Dede Korkut kitabı olarak bilinen eserin asıl ismi; "Kitab-ı Dede Korkut Ala Lisan-ı Taife-i Oğuzhan" yani Oğuzların Diliyle Dede Korkut Kitabıdır. 15. yüzyılda Kuzeydoğu Anadolu coğrafyasında oğuzların komşuları olan Rumlar, Gürcüler, Ermeniler, zaman zaman da kendi aralarında yaptıkları kahramanlık, iç savaş ve çekişmeleri anlatan hikayelerden oluşur. Yer yer olağanüstü olaylara da yer verilmiştir.
Hikayelerde Dede Korkut 13. yüzyıldan itibaren Anadolu'da görülen "Dede" kelimesinin kültürel ve felsefi yönünün izleri gereği bilgelik yönü ön plana çıkan şair, eren, şeyh, danışman ve vezir olarak gösterilir. Dede Korkut, Oğuzların sorunlarını çözer. Kopuzu onun bulduğu söylenir ve üstelik çok da güzel kopuz çalar. Her hikayenin sonunda kopuz çalar. Bu duruma "boy boylamak, soy soylamak" denir. Hikayelere boy ismi verildiği için hikayeleri kopuz çalarak anlatması boy boylaması, içindeki şiirlere ise soy ismi verildiği için onları kopuz eşliğinde söylemesi de soy soylaması olur. Eser 12 hikayeden ve bir adet önsözden meydana gelmektedir. Hikayede olaylar mensur şekilde yani düz yazıyla, kahramanların duyguları ve düşünceleri ise manzum yani şiir şeklinde anlatılmıştır. Vatikan ve Dresten olmak üzere iki nüshası bulunan eserin Dresten nüshasında 12, Vatikan nüshasında 6 hikaye bulunmaktadır. Dede Korkut Hikayeleri sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş eseri ve aynı zamanda nazımdan nesre geçiş eseri olma özelliği taşır. Dede Korkut kitabındaki hikayelerin isimleri şunlardır;
Türklerin yaşam tarzlarını anlatan Dede Korkut Kitabı İslam Dinine ait özellikleri de içinde bulundurmaktadır.
...Göktürk Yazıtları bir diğer ismi ile Orhun Abideleri, Orhun Kitabeleri, Türk edebiyatının ilk yazılı metinleri olarak kabul edilmektedir. Bu yazıtlar 8. yüzyılda dikilmiştir. Orhun Yazıtları şu an da Moğolistan sınırları içerisinde, Orhun Nehri yakınlarında bulunmaktadır. Göktürk Yazıtları, toplamda 3 dikili taştan oluşur. Bu taşlar; Bilge Kağan, Kültigin ve Bilge Tonyukuk anıtları olarak bilinir. Kültigin Yazıtını 731 yılında Bilge Kağan, Bilge Kağan yazıtını oğlu Tengri Kağan, Tonyukuk Anıtını ise bizzat kendisi dikmiştir. Ama tabii bu taşlar zamanla tahribata uğramıştır. Bu tahribattan oluşan silinmeler de Yolluğ Tigin tarafından düzeltilmiş ve yazılmıştır. Göktürk Yazıtları'nın bulunmasında en büyük rol oynayan Strahlanberg ve Messerschmidt isimli araştırmacılardır. Ancak Göktürk Yazıtlarını ilk okuyan Danimarkalı Türkolog Wilhelm Thomsen'dır. Wilhelm Thomsen, kitabelerden ilk olarak “Tengri” kelimesini okumuştur ve bu kelimenin metinler içerisinde çok fazla tekrar edildiğini söylemiştir. Yazıtlar 4 yüzlüdür ve yazıtların üç yüzü Türkçe, bir yüzü Çince yazmaktadır. Yazıtlar yukarıdan aşağı doğru yazılmıştır. Türklerin ilk alfabesi olan Göktürkçe ile yazılmıştır. Bu yazıtlar birer taş olmaktan öte Türkler için büyük bir miras ve hazinedir. Türk adı ilk defa bu metinlerde geçmektedir. Türkçe'nin ilk sözlüğü, ilk dilbilgisi kitabı, ilk metni, ilk söylevi olarak kabul edilir. Bu eser, tarih, coğrafya ve edebiyat alanında bir ışık olmuştur adeta. Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen hâlâ üzerinde birçok çalışma yapılmakta ve hâlâ o yazıtlar üzerindeki yazılara bilgi anlamında ihtiyaç duyulmaktadır.
Bu yazıtların bulunduğu yerlerde bunlar gibi birçok yazıt vardır. Elbette hepsi çok önemlidir ancak bu 3 tane saydığımız yazıt hepsinden daha önemlidir. Muharrem Ergün Orhun Kitabeleri isminde yayınladığı kitabı ile Kitabeleri incelemiş, günümüz Türkçesi ve Göktürkçe olarak kaydetmiştir. Bunun dışında birçok edebiyat tarihçimiz de bu yazıtlar ile ilgili çalışmalar yapmışlardır. Bunlardan bazıları; Talat Tekin, Necip Asım, Hüseyin Namık Orkun gibi önemli ve edebiyatımıza çok katkısı olmuş kişilerdir.
Mitoloji bir diğer adıyla Efsane Bilim, anlamı masal, hikâye demek olan Yunanca “mythos” (mitos) kelimesinden gelmektedir. Mitoloji çok eski, çoğu zaman bilinmeyen zamanlarda yaşamış olan toplulukların, inançları, yaşantı biçimleri, kendilerine ait bir takım tutumlar mitolojinin konusu olabilir. Evrenin yaradılışı, insanın ve canlıların yaradılışı gibi konular mitolojinin kaynağıdır. İnsanlığın asırlar sürmüş yaşamına bakacak olursak her ulusun kendine ait bir mitolojisi vardır. Çünkü mitoloji demek bir bakıma kültür demektir. Nasıl ki her milletin kültürü başkadır, aynı şekilde mitolojisi de farklıdır. O milletin dili, dini, gelenekleri ve görenekleri mitolojiyi oluşturmuştur.
Mitoloji, en çok milletlerin, ulusların yaşamış olduğu felaket, savaş gibi önemli ve büyük olaylarda ortaya çıkan şeylerdir. Yani buradan anlamak gerekir ki, mitolojiler tamamen hayal ürünü olaylar değildir. Birçoğu gerçek olaylar sonucu ortaya çıkmıştır.
Türk Mitolojisi de kaynağını diğer ulusların mitolojileri gibi uluslarının destanlarından alır. Bizim tarihimizde gerçekten var olan kahramanlarımız ve olaylarımız üzerine mitolojileri vardır. Örneğin; Oğuz Kağan Destanı bir mitolojidir. Oğuz Kağan'ın Asya Hun Hükümdarı Mete Han olduğu söylenir. Ergenekon, Bozkurt ve Yaradılış destanları da birer mitolojidir. Türk mitolojisinde kurt önemli bir hayvandır. Türklerin bir kurttan türediğini anlatan Türeyiş Destanı vardır. Türk Mitolojisi İslamiyetten Önce ortaya çıkmıştır ancak İslamiyetin kabulü ile de mitolojiye dini ögeler girmiştir. Ancak mitoloji ve din birbirinden oldukça farklı şeylerdir. Bazen insanlar bu ikisini karıştırabilirmektedir.
Mitolojide birbirinden esinlenen uluslar da olmuştur. Bazı uluslar bazı ulusların mitolojilerini alarak sadece isim değişiklikleri ile kendi mitolojileri olduğunu kabul etmişlerdir. Mitolojileri arasında en çok bilinen şüphesiz Yunan Mitolojisidir. Daha sonra Mısır, Roma, Türk Mitolojileri vardır. Mitolojilerin gerçekliği hakkında hâlâ tam net bir bilgi yoktur. Bazıları mitolojinin daha önce yaşanmış ve unutulmuş olan olaylardan oluştuğunu , bazıları insanların kökenlerini merak ettiği için böyle bir şey uydurulduğunu, bazıları ise tamamen hayal gücü olduğunu savunmuştur. Ancak yapılan bazı çalışmalar neticesinde gerçekten var olan mitolojilere rastlanmıştır.
...Türk edebiyatının en başarılı şairlerinden biridir. Doğuştan şair olan Nazım Hikmet, ilk şiirini Yahya Kemal'in desteği ile yazmıştır. Hayatının bir kısmını Rusya'da kendi kendine verdiği sürgünde geçirmiştir. Kültürlü bir aile ortamında doğup büyür, dayısı ve annesi ressamdır. Şiir zevkini dedesinden alır. Dedesinden edebiyatla ilgili sohbetler dinler, bu konulardan en çok hoşuna giden ise tasavvuf konusudur.
Hayatı hep davalara karışarak geçer. Ruhunu vatan sevgisi ile besler. Bütün eserleri hayatını yansıtır. Eserlerinde bir mekan adı geçiyorsa orada mutlaka bulmuştur, eserinde birisi ile dost olmuşsa gerçek hayatında da o kişiyle dostluk kurmuştur. İlk şiirini 11 yaşında "Feryadı Vatan" olarak yazmıştır ama bunu kendisi kabul etmez benim ilk şiirim "Yangın" şiiridir der. Evlerinde yangın çıkması üzerine ondan etkilenerek yazdığını söyler. Kedi ile alakalı bir şiir yazar, Yahya Kemal bu şiiri çok beğenir. Kediye karşı bir sevgi ilgi duyar bu şiirle. Sonra eve gelir burada gördüğü kedi pistir. Nazım'ın bu kadar pis, uyuz bir kediye bile bu kadar güzel şiir yazmasına şaşırır ve ondan çok büyük bir şair olacağını söyler.
1922'de İstanbul işgal edilince kahrolur ve bu dönemde aşk şiirleri yerine vatan sevgisi içerikli şiirler yazar. Uzun süre vatan şiirleri yazar ve kısa sürede tanınır. Vatanın bu işgallerden kurtulup iyileşmesini Komünizm'de arar ve bu yüzden vatan haini olarak görülür. Komünizm, o yıllarda cumhuriyet için bir tehdittir lakin Nazım bunu kabul etmez ve mahkemede de bunu savunur fakat ceza alır. Milli Mücadele'ye katılmak için evden kaçar Zonguldak'a gelir. Orada savaşa katılmak için onay bekler ve 7 gün içerisinde Zonguldak'tan Ankara'ya yürüyerek gelir. "Memleketimden İnsan Manzaraları" adlı eserinde eşitlikten, adaletten bahseder. Nazım Hikmet, Türk şiirini dünyaya tanıtan adamdır. Şiirlerini aşk ve memleket şiirleri olarak ikiye ayırabiliriz. Yaptığı eylemlerden dolayı İstanbul'da polis tarafından aranır. Gizlice İzmir'e gelir, Rusya'ya kaçması gerekir. Ressam olan annesi Hikmet'e makyaj yapıp yüzünü değiştirir ve bu ŞEKİLDE Rusya'ya kaçar.
Romantik Komünist ya da Romantik Devrimci olarak BİLİNİR. Nazım çapkın bir adamdır ve birçok sevgilisi olmuştur. Nazım'ın ilk büyük aşkı Nüzhet'tir. Onunla evlenir ve bu evlilik 2 yıl sürer. Nüzhet onu terk eder, bu Nazıma çok dokunur. Nazım sevdiği kadınları çok kıskanır, çok ilgi gösterir. kıskançlık ve terkedilişin yol açtığı duygularla da çok kıymetli olan "Gövdemdeki Kurt" şiirini yazar.
Nazım Hikmet Türkçe aşığı bir insandır. Türkçe'ye ihanet etmemiş Rusya'da yaşayıp ölmesine rağmen Rusça yazmamıştır. Türk Edebiyatına gerçek anlamda bir yenilik getirmiş ve bu yenilik birçok şair tarafından benimsenmiştir. Birçok yazar, şiirlerine hayran kalıp onu gizli gizli okuyup etkilenerek serbest nazmı benimsemiştir. Eserlerinin çoğunu hapishanede yazmıştır. Eserlerinin kaderi de kendi kaderine benzer çünkü kendi gibi eserleri de yasaklanmış ve hürriyetinden mahrum kalmıştır. Eserleri 30'u aşkın ülkede 40 dilde yayımlanır. Türkiye'de ise 28 yıl tek kitap bile çıkmaz. Çoğu şair gibi öldükten sonra kıymeti anlaşılmıştır.
...Garip Akımı,1941 yılında Orhan Veli Kanık'ın yazdığı bir ön söz ile başlamıştır. Bir diğer adıyla OMO'cular olarak da bilinen garipçiler, Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat Horozcu'nun bir araya gelmesi ve Garip isimli bir şiir kitapları çıkarmışlardır. OMO'cular olarak bilinmesini sebebi ise şairlerin baş harflerinin bir araya gelmesi ile Omo kelimesinin oluşması. İşte o meşhur Garip Ön Sözü de bu kitapta yayınlanmıştır. Orhan Veli bu ön sözde, şiir hakkındaki düşüncelerini yazmıştır. Bu akımın adının neden “Garip” olduğu konusuna da değinmiş, o dönem aydınlarının kendilerinin şiir anlayışı karşısında böyle düşündükleri için bu adı verdiğini söylemiştir.
Garip Akımı, kendinden önceki şiir alımlarını reddederek onlara tepki olarak doğmuştur. Kendinden önceki şairlerin kullandığı her türlü vezni, kafiyeyi yıkmıştır. Onlara göre her şey şiirin konusu olabilir, hatta ayaktaki nasır bile. Öyle ya Orhan Veli, Süleyman Efendi'nin nasırına bile şiir yazmıştır. Günlük konuşma dilini, argoyu bile şiire taşıdılar. Onlar için şiir konuşma dilinden farklı olmamalıydı. Kapalı hiçbir anlam, süslü hiçbir sözcük şiirde yer almamalıydı. Söz sanatların şiirlerinde yer vermediler. Soyut kavramları şiirden çıkarıp yerine somut kavramlar kullanmayı tercih ettiler. Dörtlük, beyit gibi nazım birimlerini terkedip serbest şiirler yazdılar. Şiirlerinden duygudan ziyade akıla önem verdiler. Her zaman sadeliği ve basitliği önemsediler. Özellikle Orhan Veli'nin şiirlerinde bir alaycılık göze çarpmaktadır. Orhan Veli hayatı boyunca hiçbir zaman aynı düzeyde şiirler yazmamış, aynı düzeyde şiir yazmayı da reddetmiştir. Her zaman yeni arayışlar içinde olmuştur. Bu yüzdendir belki de Garipçiler içinde onun ön plana çıkması.
Benimsedikleri bu anlayış yani bütün kuralları yok sayıp istedikleri gibi şiir yazmaları akıllara Dadaizm akımını da getirmektedir. Bilindiği gibi Dadaizm de kuralsızlık ve kural tanımazlık üzerine kurulmuş bir akımdır. Garip Akımı da tıpkı Dadacılar gibi kendinden önceki bütün kuralları ezmiş geçmiş ve şiirde kendi bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Adları gibi oldukça garip olan Garipçiler döneme damgasını oldukça sert vurmuştur. Alışılagelmiş şiir anlayışının birden bire bu kadar dışına çıkan bir grup elbetteki kolay benimsenememiştir ve oldukça yadırganmıştır. Ancak ne olursa olsun davalarındaki başarıları yıllar geçse de edebiyatımızdan silinmemiş ve uzun yıllar da silinmeyecektir.
...Çocuk edebiyatı, edebiyatın bir bölümüdür. Yetişkinlere hitap eden bir edebiyat varsa elbette çocuklara hitap eden bir edebiyatta olmalıdır. Yalnız çocukların edebiyatı, yetişkinlerin edebiyatından saha incelikli ve daha hassas olmak zorundadır.
Çocukluk insan hayatının bir dönemidir. İnsanlar doğar, büyür ve ölür. Doğduktan sonra 3 yaşına kadar bebeklik dönemi vardır. 3 yaşını geçtikten sonra ise çocukluk dönemi başlar. Elbette bu çocukluk döneminin de kendi içinde bölümleri vardır. 3-6 yaş ilk çocukluk, 7-11 yaş ikinci çocukluk dönemi olarak kabul görür. Bu çocukluk dönemleri, kişiliğin ve karakterin şekillenmesinde çok önemli bir rol oynamaktadır. "Ağaç yaş iken eğilir. " atasözü de tam olarak bu duruma isabet etmektedir. Bu yüzden de kişiliğin doğru şekillenmesi için doğru bir çocuk edebiyatı oluşturmak ve öğretmek gerekmektedir.
Çocuk edebiyatı, ilk başta şifahen yani sözlü olarak başlamıştır. Efsaneler, maniler, destanlar, tekerlemeler, ninniler, masallar vs. ilk önce dilden dile aktarılmaktaydı. Bütün bu şifahi ürünler birileri tarafından derlenerek yazıya geçirilmiştir. Bundan çok kısa zaman önce çocuk edebiyatı, edebiyatın bir bölümü olarak kabul edilmez iken, son zamanlarda bu tür üzerine yazan ve araştıran kişilerin çoğalmasıyla artık varlığını kabul ettirmiştir. Ancak çocuk edebiyatı yapmanın da bazı kuralları vardır. Çocuk kitabı yazarları, yazarken çok dikkatli olmalı, mümkün oldukça soyut kelimelerden uzak durmalı, akıcı ve çocuğun ilk okuyuşta anlayacağı düzeyde sade bir şekilde yazmalıdır. Yazar, kesinlikle çok objektif olmalı ve taraf tutmamalıdır. Kötü ve şiddete yönelik bir içerik üretmemelidir. Nihayetinde yazdıklarının bir çocuğa yön verebileceğini unutmamalıdır. Yazdıklarını incecik bir süzgeçten geçirmelidir.
Tüm bunların yanında renklendirme ve resimlendirme konusunda da çok dikkatli olunmalıdır. Çocukların ilgisini daha çabuk çekebilmek için oldukça canlı renkler kullanılmalıdır. Soluk renkli resimlerden hoşlanmayacaklardır. Resimlendirmesi ise çizimleri oldukça basit ama yazılan hikayenin ya da masalın içeriğine göre, çocukların zihninde o masala dair tasvir edebileceği şekilde olmalıdır. Kısaca, her şey çocukların dünyasındaki kadar net, basit, canlı ve parlak olmalıdır.
...Bilindiği gibi Mona Rosa şiiri geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Üstad Sezai Karakoç'a ait bir şiir. Bu şiir geçmişe ve günümüze hatta ilerleyen zamana meydan okuyup geleceğe de damgasını vuracak bir şiir olacaktır şüphesiz. Bu şiiri bu kadar önemli yapan şey elbetteki şair Sezai Karakoç'un o muhteşem üslubunu yanında şiirdeki gizemdir. Mona Rosa' nın kelime anlamı “gül hanım”dır. Sezai Karakoç bu şiiri tam 19 yaşında iken yazmıştır. Şiir bir akrostiştir. Şiirde her bir kıta başında bir harf vardır ve bu harfleri birleştirince Muazzez Akkaya ismi ortaya çıkar. Bu şiir ile ilgili çeşitli rivayetler vardır. Ama bunlardan bir tanesi daha ağır basmaktadır.
Sezai Karakoç, üniversite okurken bir arkadaşına sevdalanır. Bu kişi Muazzez Akkaya'dır. Tüm cesaretini toplar ve aşkını itiraf eder ancak Muazzez onu reddeder. Bu duruma çok üzülür Sezai Karakoç. Okul yaz tatiline girince Muazzez Akkaya Geyve'deki yazlıklarına tatile gider. Sezai Karakoç ise tam karşılarındaki yazlık bahçıvanlık yapar. Her gün karşılıksız olan aşkını seyreder karşıdan. Daha sonra okullar aşılır mezuniyet gelir çatar. Mezuniyet töreninde Sezai Karakoç Mona Rosa şiirini okur. Herkesten bir alkış tufanı kopar ve bu şiir istek üzerine tam 3 defa okunur. Bunun ardından Muazzez Akkaya koşarak Sezai Karakoç'un yanına gelir ve teklifinin hala geçerli olup olmadığını sorar. Sezai Karakoç ise “artık senin aşkın bana yetişemez.” diyerek kızı geri çevirir. Ömrünün sonuna kadar da kimse ile evlenmez. Tabii ki bu bir rivayettir gerçeğini kimse tam olarak bilmiyor ama bir başka söylenti olarak da Muazzez Akkaya'nın bu aşktan ve bu şiirden hiç haberi olmadığını söyler. Sadece o dönemler paltosunun cebinde şairi meçhul olan şiirler bulurmuş. Ancak eşiyle birbirlerini severek evlenmişler yani Sezai Karakoç'a haberi olmadığı da söyleniyor. Tüm gerçek onların içinde saklı biz sadece rivayetler ile hareket edebiliyoruz ama hikayesi ne olursa olsun o kadar muhteşem bir şiir kalmış ki geride… Daha belki asırlarca severek okunacağından şüphem yok. Bir Sezai Karakoç bu dünyadan iyi ki geçmiş…
...Türk edebiyatında derin izler bırakmış, edebiyatımız için çok kıymetli olan, Servet-i Fünun dönemi şairlerinden olan akşam şairi olarak da bilinen Ahmet Haşim, kimileri için de melâl şairi olarak da bilinir. Ahmet Haşim gerek yaşadığı hayat ile gerekse kendi derin ruhu ile ta çocukluktan şair olacağı belli olan bir kişilikti. Çok zor ve çalkantılı bir hayat yaşayan Ahmet Haşim, Küçük yaşta annesiz kalmıştır. Annesi ölmeden önce annesi ile yaptığı gece yürüyüşlerinden dolayı geceye karşı sevgisi bambaşkadır. Bunun yanında kendisini hep çirkin biri gibi görmüştür. Akşamı bu kadar sevmesini bir diğer sebebi de budur. Çünkü ona göre akşam bütün çirkinlikleri gizler, gündüz ise her şeyi aşikar eder. Gündüzü sevmemesinin bir diğer sebebi ise gündüzleri hayal kurmaya elverişli olmamasıdır. Gece ay ışığı vakitleri hayal kurmak için en uygun vakitlerdir. Ahmet Haşim babasından sevgi görmemiş ve hasta annesi ile çok uzun vakit geçiremeden büyümüştür. Bütün bu olaylar Ahmet Haşim'in karamsar bir mizaca ve ruha sahip olmasına sebep olmuştur. Genellikle gün batımlarını, ay ışığını ve akşam üzerlerini şiirlerinde işleyen şairin bu konular tam olarak ruh halini yansıtıyor demek yanlış olmaz. Annesine olan sevgisi o kadar büyüktür ki Haşim'in, hayatı boyunca hep evlenmek için annesine benzeyen birini aramış ama bulamamıştır. Bunun yanında sevdiğini kaybetme korkusu o kadar çoktur ki ölmeden 4 gün önce evlenebilmiştir ancak.
Karamsar ve içe kapanık bir kişiliği olan Ahmet Haşim, eserlerinde de hep karamsar ve üzgündür. Ahmet Haşim'e göre şiir tam olarak da bu olmalıdır zaten. İlk başlarda Servet-i Fünun şairlerinin benimsediği “her şey şiirin konusu olabilir” görüşü zaman içinde değişmiş ve şiir dediğin melali barındırmalıdır diye düşünmüştür. Melâl kelimesi, sözlük anlamıyla can sıkıntısı, hüzün ve üzüntü gibi anlamlara gelir. Ahmet Haşim'in nezdinde şiirler hüzünden bahsetmelidir şiir olabilmek için. Hatta çok meşhur bir sözü de vardır bilenler bilir; “Melâl'i anlamayan nesle aşina değiliz.” der. Melâl onun için çok önemli bir yer tutar. Şiirlerine baktığımız zaman melâli anlatmayan hiçbir şiire rastlanmadığını görüyoruz nitekim. O zaman Haşim'i okuyan neslin Haşim'in melâlini anlayan bir nesil olması temennisi ile diyelim…
...Polisiye roman cinayet,gizem,suç, katil, ceset gibi konuları işleyen roman türüdür. İyi bir polisiye romanda bilmece olması gerekir ve bu bilmeceyi okurun çözebilmesi için ipuçları verilir. Bütün bunların edebî bir dille anlatılmasından sonra o roman, iyi bir polisiye romandır denilebilir.Bir polisiye roman baştan sona katilin kimliğinin ortaya çıkarılış sürecini yansıtır.Ancak her polisiye romanda cinayet olmak zorunda değildir. Suç, bir “hırsızlık” vakası da olabilir. Bu durumda önemli olan suçun çözümlenmemiş olmasıdır.
Polisiye roman uzun yıllar edebî bir tür olarak kabul edilmemiştir. Edebî bir tür olup olmadığı hâlâ tartışma konusudur. Kimi araştırmacılar ve yazarlar tarafından edebî tür olarak kabul edilmese de polisiye roman; toplumsal, psikolojik sorunlara eğilerek yeni bir çığır açmıştır.Böylece edebiyatın üvey evladı sayılan polisiye, üvey evlatlıktan çıkıp has evlat olma yolunda ilerlemekte ve özellikle Türk edebiyatında son yıllarda okuyucu kitlesini arttırmaktadır.
Polisiye romanın başlangıcı olarak Edgar Allan Poe'nun Morg Sokağı Cinayeti eseri kabul edilir. Edgar Allan Poe'nun yanı sıra Emile Gaboriau, William Wilkie Collins, Sir Arthur Conan Doyle, R. Austin Freeman, Mary Roberts Rinehart, Maurice Leblanc da önemli polisiye türü yazarlarıdır.
Türk edebiyatında ise polisiye türü Ahmet Ümit ile ün kazanmıştır demek yanlış olmaz. Çünkü daha önce polisiye türünde eser veren birçok yazarımız olmasına rağmen polisiye türü bir tür olarak kabul edilmediği için bu türe çok fazla önem verilmemişti. Ancak Ahmet Ümit gerek tarzı gerekse akıcı oay örgüleri ile polisiye romanı oldukça güzel bir konuma taşımıştır.
...Günümüzde hemen hemen herkes edebiyatın tam olarak ne manaya geldiğini bizzat bilmektedir. Fakat bu kelimenin birbiriyle taban tabana zıt düşen iki farklı anlamı bulunmaktadır: Çoğunlukla insan aklının ortaya çıkardığı güzel şeyleri betimler, kimi zamansa gerçeklere uyum sağlamayan ve içtenliksiz olan söylemlerin altını çizebilmek amacıyla kullanılır.
Edebiyat bazen yeni bir çağa girmekken bazen de yenilikten uzaklaşmaktır. Aslında edebiyat neyi anlıyorsanız odur. Herkesin edebiyat algısı yaşam şekline ve hobilerine göre şekillenir. Edebiyatın seviyesini belirleyen ölçüt biz ve yaşamlarımızdır. Hepimizin yaşamının da birbirinden farklı olduğuna kanaat getirirsek aslında binlerce hatta milyarlarca edebiyat türü olduğuna ikna olabiliriz.
Herkesin edebiyatı kendi dünyasıdır diyebiliriz o halde, değil mi? Peki dünyalarımıza tam olarak ne kadar hakimiz? Kendi edebiyat tanımımızı yapabilecek kadar yetkinsek neden kitaplarda belli başlı tanımlar bulunuyor? Aslında bunun nedeni çok açık, ezberci sistem. Ezberci sistem nedeniyle her birimiz belli başlı tanımlara ayak uydurmak durumunda bırakılabiliyoruz. Halbuki özgür bir düşünce sistemi için edebiyata tanım koymak oldukça zor bir durumdur. Bu konuda dikkatli olmak lazım.
...